12 eylül 1980 faşist
darbesinin ardından alınana ağır yenilgi ve sosyalist hareketin geri çekilmesi,
devrimci saflarda kadro ve önderler nezdinden adanmışlık geriye düşürücü
gelişmeler yaşandı. 40 yılı aşkın bir süreç geçmesine karşın hala bu olumsuz
durum yani iddialı olmaktan uzak, yarım devrimcilikle durumu aşılabilmiş değil.
Durumu idare eden idari maslahatçı yaklaşımlar devrimci hareketin üzerine bir
karabasan gibi çökmüş. Bu durum aşılmadan devrimci hareketin belini doğrultup
iktidar perspektif ile gelişmelere müdahale edip, öne atılması beklenemrz.
Keza yaşanılan çağda, dar kişisel ilişkilerde bile, ortaya çıkışı ve sonuçları
itibariyle toplumsal nitelik arz etmeyen bir tek sorun bile bulunamaz. Bireyin
yaşamını kuşatan, hiç bir ciddi sorun bireysel değildir ve mücadele yöntemi de
bireysel olamaz. Fakat kişinin yaşadığı sorunların toplumsal boyutunu
görebilmesi, nedenlerini doğru kavraması ve çözüm üretebilmesi kendiliğinden
gerçekleşmiyor. Bunun için bireysel gerçekliğini aşan bir bakış açısı, bir
kolektif bilinç gereklidir. Bu bilinç; zorunlulukların yani toplumsal hareket
kanunlarının bilgisine varabilmektir. Örgütlülük bilincinin birinci ayağı
budur; tarihsel bilinç.
Burjuva toplum bir örgütler toplumudur. Sistem, kişiler üzerinden değil, sömürü
ve şiddeti en ücra noktalara kadar yayabilen bir örgütler bütünlüğü üzerinden
hareket eder. Burjuvazi askeri ekonomik kültürel dinsel vb. sayısız (gizli
-açık) kurum, parti, örgüt çete ve dernek vb.den oluşan bir organizasyon
gücüyle büyük çoğunluğu kendi iradesine tabi kılar.
Bu düşmanın toplumsal ortama dayattığı iradeleşme biçimini gösterir.Dolayısıyla
an ilkel düşüncenin bile kendisini ifade edebilmesi burjuva toplumun dayattığı
asgari örgütlenme düzeyine sahip olmasını gerektirir. Düşüncenin organize
olması onun iradeleşmesi demektir. Bir düşünce eğer, kendisini eyleme
dönüştürecek bir irade de vücut bulamıyorsa, başka iradelerin etkisiyle
çarpılmaya uğramaya ve dağılmaya mahkumdur.
İrade örgüttür.
Örgüt sadece yan yana gelmek olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü iradeleşmenin nasıl
olacağını salt düşünce belirlemez. Esas olarak sınıf savaşının bulunduğu
seviyeye ve onun ortaya koyduğu en ileri örgüt biçimine göre belirlenir.
Örgütlülük bilincinin ikinci ayağı da iradeleşmedir. Üçüncüsü ise iradenin
kendisini gerçeklediği; eylem.
Tarihsel bilincin üretimi, bu bilincin iradeleşebilmesi ve eyleme dönüşebilmesi
ancak örgütlülük temelinde olabilir.
Örgütlülük düzeyi ve bilincinin son derece cılız olduğu bir toplumsal süreci
yaşıyoruz. Kişiler düzenin dayattığı sorunlara karşı kolektif mücadeleden daha
fazla bireysel çözüm yollarına eğilimli ve örgütlü devrimcilikten çok moda
deyimse, örgütsüz devrimcilik baskın. Davranışlarda genellikle duyarsızlık,
kimi zaman ise saman alevi gibi parlayıp sönen bir tepkisellik hakimdir.
Duyarsızlık ve tepkisellik aynı madalyonun iki yüzü gibi birbirini tamamlar ve
iradeleşme gösteremediği için sonuçta hakim iradeye tabi olmaktan
kurtulunamaz..
Davranışlar tarih ve gelecek bağından kopuk bir günlük bilinçle yönlendirilir.
Hayata günlük bilinçle bakan bir göz ise onu her zaman ikilem olarak görür.
Karşıt olan birden çok düşüncenin etkisi altındadır. Görüşlerinde taraflılık
zayıftır ve olaylar karşısında tavır alacak şiddetten yoksundur. Kolektif bir
ölçü sahibi değildir ve davranışlarını günlük çıkarları üzerinden
şekillendirdiği için, bütünleşmeye değil parçalanmaya hizmet eden bir
bireyciliği yaşatır. Bu durum iradeleşmenin önünü keser, dolayısıyla
iktidarlaşma bilinci gelişmez ve savunmacı bir zemine hapsolunur. Tepkisel
çıkışlar ise bu savunmacılığın ifadesidir.
Hem devrimi büyütür, hem de düzeni, hem dünyayı değiştirmek ister, hem de onun
içinde küçücük bir dünyayı ayakta tutmayı… Bunun için kişisel ilişkilerinde
sınanmamış, hatta sürekli yenik düşürülmüş bir devrimciliğin sahibidir.
Örgütlülük bilinci zayıflığının toplumda yarattığı sonuçlar bunlardır ve bu
zaaflı zeminin bize de sirayet eden yanları olmaktadır.
Örgütlülük düzeyi geri ve örgütle çalışmanın bir bedeli olduğu için sadece
örgüte adım atmak büyük ve yeterli bir fedakarlık olarak görülebiliyor. Örgütle
çalışmak ileri bir adımdır fakat daha sonra atılması gereken adımların en
küçüğü ve en az önemlisidir. İlk adımı atmak ve orada durmak, mücadeleyi bir
insani sorumluluk olarak görmek yerine feda olarak görmekten kaynaklanıyor.
Fedasını yeterli gören bu anlayış, eski varoluşundan uzaklaşmayan, geçtiği
kapının eşiğinde duran, gel geç örgütlülüktür.
Küçük burjuva bireyciliğinin etkisiyle ‘Ben ve Örgüt’ diye kafaca bölünmüşlük
yaşanması bir diğer etkilenmedir. Özellikle liberal solun örgüt bilincinin
esasını oluşturan bu yaklaşım; kişiliğini devrimcileştirmek yerine,
devrimciliği kişiliğinde aksesuar gibi taşımaya gelen yaklaşımdır. Örgütle
çalışır fakat kendisini örgütlemez, dahası kolektifi kendi bireyselliğini
gerçekleştirmesinin bir aracı olarak görür.
Oysa siyaset; toplumsal ilişkileri dolayısıyla onun içindeki insanı ve
‘ben’lerini değiştirme işidir.
Toplumsal çürüme ortamında ‘ben’ler de güçsüzleşmiş ve darbelenmiştir. Bundan
dolayı örgütlülüğe yaklaşımda hareket noktası hiçbir zaman ‘ben’ olamaz.
Savaşın içinde şekillenmiş ve geliştirilmiş bir ben yerine, mevcut ben’i esas
almak sistemle dolaylı bir uzlaşmadan başka bir şey değildir. ‘Ben’ler
mücadelenin bitmez tükenmez zorlamaları ve disipliniyle ‘Biz’in içinde
törpülenerek yeniden yaratılmalıdır. Mücadelenin, yeni bir iktidar kadar yeni
bir insana ihtiyacı vardır.
Örgütsüzlük bilincinin bir diğer tezahürü de kişinin iki yaşamı birden idare
etmeye çalışmasıdır. Kişi yoldaşlarıyla devrimciliği yeniden üretirken kişisel
ilişkilerinde küçük burjuva bir tarzı hakim kılar. Hem devrimi büyütür, hem de
düzeni, hem dünyayı değiştirmek ister, hem de onun içinde küçücük bir dünyayı
ayakta tutmayı. Bunun için kişisel ilişkilerinde sınanmamış, hatta sürekli
yenik düşürülmüş bir devrimciliğin sahibidir.
Bu temel zaaflarla; günlük bilinç yerine tarihsel bilinci geliştirmekle, çarpık
ben’lerin atomizasyonu yerine, iradeleşen biz’i koymakla ve uzlaşmacı
davranışların yerine eylemi büyütmekle mücadele edilir.
Devrimcilik, her şeyin değiştirildiği bir dünyayı istemektir ve bunu ‘biz’ için