Eli kolu bağlanmışlıktır çünkü. Ne yapacağını, ne edeceğini bilememek, “başımı hangi taşa vursam” psikolojisinin girdabında yitirmektir benliğini…
Mahpustasın mesela… Dayanılmaz değildir duvarların ardına hapsedilmiş, özgürlüğü elinden alınmış olmak. Dayanılmaz değildir toprak hasreti, yeşil hasreti, mavi hasreti, bahar ve özgürlüğe dair ne varsa aklında, gönlünde, hayallerinde prangaya vurulmuş olan. Dayanılmaz değildir asla, sevgiliden, aileden, dostlarından kopartılıp alınmış olmak… Bilirsin, hayatın başka boyutları da var, sen hapsedilmiş de olsan. Bilirsin, aynı gökyüzünün altında yaşıyor insanlar. Bilirsin, her doğan gün, nice can çekişiyor ve kendini yineliyor görünse de tutsak zamanların burgacında, bir yeni gündür. Bilirsin, Nazım Hikmet “Yeter ki” demiştir, “Kararmasın sol memenin altındaki cevahir.”
Dayanılmaz değildir mahpusluk, insandır, dayanır. Zor olan çaresizliktir, “dışarıda” ailen aç ve açıkta ise mesela, sen “içeridesin” diye. Eşin, dostun, çocuğun hasta ise mesela ve senin varlığından başka dermanları yoksa. Gözünde, gönlünde tüten çocuğun adını sayıklıyorsa “neredesin” diye. Hasretiyle yaşadığın sevgili terk etmiş, silmişse seni gönlünden… Zordur… Kahredersin… Kimse demesin, “geçer.” Elbet geçer. Seni ezip paramparça ederek…
İşsizsin mesela… Dayanılmaz değildir asla. Aç da kalabilirsin, açıkta da. Elin kolun tutuyorsa elbet ekmek paranı bulursun bir şekilde, ihtimaller vardır önünde, her biri birer “mücadele” nedenidir; başarmak, yeniden başlamak umudun seni ayakta tutar. Belki sana bu zorlu döneminde yardımcı olacak insanların vardır hem, eşin, dostun, ailen. Dayanırsın elbet…
Dayanılmaz değildir işsizlik, yoksulluk, sefalet, dayanırsın… Zor olan çaresizliktir; hiçbir ihtimal kalmamış ise elinde, hiçbir umut, hiçbir umut ışığı, hiçbir yeniden başlamak imkânı, aile, eş, dost… Ve senin varlığına bel bağlamış insanların var ise hayatında, ailen yani, mesela seni o güne değin “kahraman” bellemiş çocukların… Zordur. Kahredersin. Kimse demesin, “geçer.” Elbet geçer. Seni yerle bir ederek…
En kötüsü çaresizliktir, insan olma hallerinin… Eli kolu bağlanmışlıktır çünkü. Ne yapacağını, ne edeceğini bilememek, “başımı hangi taşa vursam” psikolojisinin girdabında yitirmektir benliğini…
Günlerdir geçtiğimiz hafta İstanbul ve Antalya’daki toplu intihar olayları üzerine düşünüyorum. İstanbul Fatih’te orta yaşlardaki dört kardeş siyanür içerek yaşamlarına son verdiler. Bunun üzerinden bir hafta geçmemişken bu kez Antalya’da ikisi çocuk dört kişilik bir ailenin intihar haberiyle sarsıldık… Yoksul insanlardı. Borç batağında idiler. İşsizdiler. Ve ikisi, çocuktu…
Herkesin ibretle üzerinde derin derin, kara kara düşünmesi gereken bu olaylar bile bazılarının vicdanını canlandırmaya yetmedi.
Artık herhalde şaşırma duygumuzu yitirdik, ne olacak da şaşıracağız diye düşünürken, vicdan sahibi herkes gibi ben de kendimi bir kez daha, şaşırmak ne kelime, dumura uğramış buldum.
Bazılarına göre “tuhaf” olaylardı bunlar ve altında bir “çapanoğlu” vardı. Öyle ya, her şey güllük gülistanlık iken ne intiharı yani? Acaba bu intiharlar ülkeyi gül gibi idare eden hükümetimizi zor durumda bırakmak isteyenlerin yeni bir “oyunu” olmasındı?
Ölümün hiçbir türüne, hiçbir “intihar” olayına “güzelleme” yapılmaz. Ayıptır. Günahtır. Rezilliktir.
Peki, bu ölümlerin derin derin, kara kara düşündürmesi gereken güç ve iktidar sahiplerinin, o insanlarla bir parçasını oluşturduğumuz toplumun bazı bireylerinin bu pişkinliğine, bu aymazlığına, bu kayıtsızlığına ne diyeceğiz?
Anadolu’da bir laf vardır, “Allah düşmanıma yaşatmasın” denir. Sadece hatırlatıyorum, belki vicdanı kararmış olanları bir parça düşündürür diye; en kötüsü çaresizliktir insan olma hallerinin.
Üzerimize çöreklenen bu ölümcül umutsuzluğa inat, bu çaresizlik duygusuna insanlığımızı sahiplenerek göğüs germek zorundayız. Çünkü umut her şeye rağmen devam eden hayatın bağrında, Nazım’ın dediğince, belki de “henüz yaşamadıklarımızdır.”
Cafer Solgun