Örgütlü Sanatın Devrimci Yüzü Yılmaz GÜNEY 87 YAŞINDA!

“Dost ve düşman herkes bilsin ki; kazanacağız. Mutlaka KAZANACAĞIZ…!
“Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir!” diyerek yaşamını işçi ve emekçi yığınların eşitlik ve özgürlük kavgasına adayan  Yılmaz Güney , 1 Nisan 1937 yılında, Adana’nın Yenice kasabasında doğdu . Urfa dan kan davası nedeniyle  Adana’ya göç etmek zorunda kalan yedi çocuklu, tarım işçisi ırgat başı Hamid’in oğlu olarak dünyaya gelen Güney, kendisini ”Kürt asıllı, topraksız, yoksul bir ailenin çocuğuydum” diye tanıtacaktı daha sonra …

Başkaldırı  ve öğrenmeye merakı ve kendini yenilemeyi, daima kişiliğinin bir parçası yapmış bu devrimci  militan sanatçının çocukluğu yoksulluk içinde geçer .  Liseyi Adana’da bitirir. Yaz tatillerinde ırgatlık yapar .  Ve çobanlıktan, kolonya ve gazoz satıcılığına kadar her işe girer, çıkar. Böylece yaşamı, haksızlıkları ve yoksulluğun acılarını kavrar. İyi bir gözlemcidir. Bu niteliği, daha sonra senaryolarında, öykülerinde ve romanlarında belirgin bir biçimde karşımıza çıkacaktır.

Bilindiği üzere devrimci sanatçı , bilim adamının sezgisine sahip olan kişidir . Devrimci sanatçı Yılmaz Güney’i yaratan da, çevresinde ‘olağan’ karşılanan olayları, şeyleri sürekli araştıran, sorgulayan kişiliği olmalı. Kanımızca onun ‘bilim’e yani devrime ve sosyalizme ilgi duymaya ve ona yaklaştıran da bu gerçekliktir.

Liseyi bitirdiğinin ardında  1955 yılında Ankara hukuk fakültesine girer, bu yıllara daha fazla politikaya ilgi duyar ve   öyküler yazmaya koyulur Güney. Öyküleri kimi gazete ve dergilerde çıkar; Salkım, Nasır , On üç gibi. Ayrıca Püren ve Doruk adında iki dergi çıkarma girişimi olur . Maddi olanaksızlıklar ve başka nedenlerle başarısız olur bu girişimler . Daha sonrasında Adana’ya dönen Güney bu yıllarda yeniden  İstanbul’da İktisat Fakültesine kaydını yaptırır,

1956-57 yıllarında, sinemaya olan ilgisi başlamıştır artık. ” And film, Kemal film, Dar film şirketlerinin Adana’daki şubelerinde çalışır .Depoculuk yapar, teneke film kutularını çelimsiz vücuduyla sırtlayıp sinema sinema dolaştırır .Adana sinemalarında oynayan filmlerin ayrıca koca panolarını omuzlayarak sokaklarda, caddelerde reklam yapan güney , bu işler için sekiz lira yevmiye alır .

1957’de Yeşilçam serüveni başlar. Senaryo yazar, figüranlık yapar, muhasebecilik yapar. 1958’de ilk filmi ‘Bu Vatan Çocukları’nı çevirir.Yönetmen Atıf Yılmaz’dır. Yılmaz Pütün’se Yılmaz Güney olmuştur artık. Reji asistan Yardımcılığı, oyunculuk yapmış ve senaryonun yazımına katılmıştır .Ardından yine Atıf Yılmaz’ın yönettiği Ala Geyik’te oynar. Cavidan Dora’yla Tütün Zamanı’nı çevirir. Yılmaz Güney adı İstanbul’da değil ama Anadolu’da duyulmaya başlamıştır .İşte tam bu sırada ”On üç” edebiyat dergisinde çok önceleri yayınlanan ”Uç bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” adlı öyküsünde, ”neşren komünizm propagandası yapmak” suçundan hapse mahkum edilir. Ve ‘Tatlı Bela’ filminin çekimi sırasında tutuklanıp cezaevine konur .Bu konuda ”oysa o dönemlerde komünizmle ilgili dişe dokunur bir bilgim de yoktu” der Yılmaz Güney.

Türkiye cezaevlerinde ozan yetişir, romancı yetişir , ressam yetişir örnekleri çok. Türkiye cezaevleri bir okuldur: Nazım, Orhan Kemal, Kemal Tahir, ressam Balaban aklımıza il geliverenler. Güneyde ilk romanı ‘Boynu Bükük Öldüler’ 1961-62 arasında Nevşehir cezaevinde yazar. Bu ilk romanı, 1972 yılında ‘Orhan Kemal Roman ödülü’ kazanacaktır

Cezaevinde bir buçuk yıl kalır sanatçı Ve ardından 6 aylık sürgün cezasını çekmek üzere Konya’ya gider .Konya dönüşü yine Yeşilçam’dadır. Zorlu bir dönemdir .İsimsiz senaryolar yazar çalışır , çalışır …Sürgün dönüşü ilk filmi ‘ikisi de Cesurdu’ da sürgündeki bir kabadayıyı canlandırmaktadır .Oyunuyla ilgiyi çeker .Ardından filmler filmleri izler : Prangasız Mah kumlar, Halime’den Mektup Var, Hergün Ölmektense, Ben Öldükçe Yaşarım, On Korkusuz, Adam, Koçero vb. vb. Bu filmleri çoğu, vurdulu-kırdılı filmlerdir .Mert delikanlı, haksızlığa karşı çıkan adan tipi Anadolu insanınca, Yeşilçam’ın Holywood usulü tatlı melodramlarından daha çok tutuluyordu.

Derken, Kızılırmak- Kara koyun ve Hudutların Kanunu gibi düzeyli filmlere sıra gelir .Güney , 1967 yılında 4. Antalya Film Festivali’ndı ” En iyi Erkek Oyuncu” ödülünü alır .Sanatçının oyun ve bilinç düzey yükselmektedir belki ama, özel yaşamı çalkantılarla doludur . Bu arada tümüyle kendisine ait filmler yapar: Aç Kurtlar , Seyithan gibi. Bu filmlerin senaryosunu, baş oyunculuğunu yönetmenliğini kendisi üstlenmiştir Ülke, ’70’li yıllara gelirken toplumsal uyanışının, başkaldırının coşkusu Güney’e de yansıyacak ve değişim ivmesini hızlandıracaktır.Devrimci düşüncelerle, burjuva yaşam biçimi ve macera coşkusu içinde gidip gelmektedir .Ama devrimci düşünüş ve yaratma dürtüsü ağır basmaya başlar . O’nun coşkulu ruhu, arayışları, kimi kez gezginci maceracı ruhu, başkaldırısı Maksim Gorki’nin , gençliğini anımsatıyor .Onlar gibi , dağarcığını, yaşamla. kendi öz deneyimleriyle dolduruyor . 1970 Haziranın da evleniyor .İkinci evliliğidir bu.ölene kadar yanından ayrılmayan. kendisinin ,, “eşim ve yoldaşım ,, dediği Fatoş Güney’dir evlendiği kişi. ,.

’70’li yılların ilk filmi Umut. Türkiye’de gerçekçi sinemanın da ilk örneklerinden ve başyapıtlarından bir oldu. Güney için dönüm noktasıydı bu. Acı, Ağıt, Umutsuzlar, Baba hep ’70 sonrası filmleridir .Umut, Türkiye’de sansür edildi. Yurtdışına çıkışı yasaklandı. Fakat, filmi gizlice yurtdışına çıkaran Güney , Fransa Gronoble Filim Şenliği’nde ‘Özel Jüri Ödülü’ kazandı.

  12 Mart dönemi yaşanmaktadır. Türkiye’de 1972 Mart’ında ikinci kez  tutuklanır Yılmaz Güney. Suçu bu kez; THKP-C’nin önderleri  Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman’a yataklık etmektir .Güney , mahkemede açıkça; , ”insanlık dışı bir düzene karşı olan, yürekleri halkı için çarpan herkese yardım etmeye devam edeceğini”  söyler.”

Cezaevinde üç yıla yakın yattı. Yılmaz Güney,içerde okudu, tartışı, gelişti ve kendini yeniledi. Şöyle diyordu: ”Göğsümü gere gere ‘ben sosyalistim’ diyemiyorum. Küçük ve acemi bir  çırağım şimdilik” Ama safı çoktan belliydi Güney’in. ‘acemi bir çırağım’ dese de: ”Safım açık ve bellidir. Emekçi ve yoksul halkımın safında, bilimsel sosyalizme  inanan, sosyalizm acemisi bir sanatçıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş, mücadelesinin içinde olmaya çalışacağım… Bu yüzden başıma gelecek belaları göğüslemeye şimdiden hazırım.Halk yolunda, halk için de ölüm en şerefli ölümdür.” (Bayramoğlu,74 hücrem 68.69)

Bela, arkadaş filmini çevirdikten sonra, Adana da çekimine başladığı Endişe filmini çekerken geldi. Bu kez Yumurtalık hakimi faşist Sefa Mutlu’yu öldürmekten tutuklandı. Ve yeniden başladı ‘mahpusluk’ macerası.

Yılmaz Güney, sürekli daha yeniyi, daha güzeli arayan, zaaflarına karşı sürekli mücadele eden sorunlu bir militan sanatçıydı. ”halkın sanatçısı aynı zamanda halkın savaşçısı olmalıdır” diyordu O. Zaaflarına karşı titizlikle mücadele nedenini şöyle koyuyordu.. ” Dışa karşı mücadelenin temel koşullarından biri iç birlik ve sağlamlıktır .  İçten çürük, tutarsız olan hiç bir şey, dışa karşı başarılı olamaz.”(Siyasal Yazılar, s.1O7) 

‘Güney’ dergisine yolladığı ve dergiyi eleştirdiği bir yazısında kendisi  üzerine şunları söyler: .”Ben, içinden geldiğim sınıf üretim faaliyetlerinden ötürü, çeşitli nitelikte zaaflar taşıyan bir adamım, Geçmişimde , siyasi, sınıf bilinci yetersizliğim nedeniyle, bilimsel sosyalizme ters düşen görüşlerim, tavır ve davranışlarım olmuştur. O zamanlar da bu olumsuzlukların bilincindeydim. Özellikle Selimiye, aklımın başıma gelmesinde önemli bir yer tutar. Selimiye’nin dar olanakları içinde bile olsa.. olumsuzluklarımın kökünü kurutmak için kendi içimde amansız bir sınıf mücadelesi vermeye koyuldum. Yine biliyordum ki, devrimden önce sosyalist bir bilinç ve ahlaka tam anlamıyla, arı bir biçimde sahip olmak mümkün değildi. Çünkü, gerçek anlamda sosyalist bilinç ve ahlaka sahip olmak için, bizzat sosyalist üretim ilişkileri içinde olmak ve bu ilişkilerin özüne inanmak gerekir… Sınıflar var oldukça,: ” kalıntılara tekabül eden anlayışlar da varlığını sürdürecektir.

”Devrimci sanatçı, devrimci görevleri temel almalıdır” ilkesinden hareket eden Yılmaz Güney , sanatını daima bu doğrultuda kullanmaya çalıştı. O içerde de bu ilkesinden ödün vermemeye gayret etti. Ama yıl 1980’di. Ülke yeni bir darbeyle sarsıldı. Güney bu kez, darbeyi içerde karşılıyordu.tüm  film ve kitapları yasaklandı. Zaten hakkında pek çok dava açılmıştı. Buna yenileri ekleniyordu. Cezaevinden kaçtı ve yurtdışına çıktı. ”Böyle bir dönemde Türkiye’de yapabileceğim hiç bir şey kalmadı. Türkiye için birşeyler yapabilmek, ezilen halk ve ulusların mücadelesine aktif olarak katılabilmek, faşizme karşı mücadele etmek için Türkiye’den geçici olarak ayrılıyorum.” diyordu giderken.

Yurtdışına çıkmadan önce yaptığı Yol filmi, Cannes Film Festivali’nde ‘Altın Palmiye’ ödülünü kazandı. Filmin gösterimi sırasında ”Yol, halkımın susturulamayan sesidir” diyordu.. Galiba ‘ben de halkımın susturulamayan sesiyim’ demek istiyordu. Yurtdışında kaldığı 3 yıl boyunca sürekli çalıştı. Gün oldu, bir protesto eyleminin içinde yer aldı,gün oldu ulusal  zulme karşı yürüdü, gün oldu ezilen halkların kurtuluş mücadelesinin sesiyle eylemiyle selamladı. ”Sizlere, Guatemala’ya. Ve ezilen bütün dünya. halklarına selam ” diyordu. ”Nerede'” baskı ve zulüm varsa, nerede bir halk işkence ve kıyıma uğruyorsa, orada er ya da geç, halk silahlı mücadeleyi seçecek ve kurtuluşlarını, kan , ateş,.ve gözyaşı deryasından geçerek sağlamaya çalışacaklardır.

Güney  son günlerinde çok üşüdüğü bir an; ,”çok üşüyorum, beni Komünarların battaniyesine sarın!” dedi ve bu onun son  vasiyeti oldu O’nu ‘Komüncüler’le sardılar  . 9 Eylül 1984’te yitirdiğimiz Yılmaz Güney, Paris’te Pere La Chaise Mezarlığı da komünarlarla birlikte yatıyor artık.

47 yıllık ömrünün 13 yılını cezaevlerinde, 3 yılını yurt-dışın da sürgünde geçirmek zorunda kalan bu devrimci sanatçı, uzun sayılmayacak bir ömre ”dünya sinema klasikleri arasında sayılan ondan fazla filmle yönetmenlik- senaristlik-baş oyunculuk; yüzden fazla filmde baş oyunculuk; otuzu aşkın kitap, roman, hikaye-senaryo; binlerce yazı  sığdırmıştı .

Bir sanatçının niteliğini belirleyen ölçütün, toplumsal pratik olduğunu söyleyen ve ”herhangi bir ülkede, devrimci bir sanatçının görevlerini ve sorumluluklarını saptarken, o ülkenin tarihi, toplumsal ekonomik ve siyasi yapısını, o ülkedeki toplumsal kurtuluş mücadelesinin düzeyini, kitlelerin sanat ve kültür ilişkilerinin düzeyini doğru kavramak gerekir” diyen devrimci militan aydın  sanatçı geleneğimizin, Nazım’dan sonraki en önemli temsilcisi bu değerli sanatçıyı, ölümünün doğumunun 87.yılında . bir kez daha saygıyla anıyor ve ideallerini yaşatacağımıza söz veriyoruz .