Ahmet Arif, 21 Nisan 1927’de Diyarbakır’ın Hançepek semtindeki Yağcı sokak 7 no’lu evde dünyaya geldi. Diyarbakır Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümünde okudu.1950 yılında TKP’li olduğu gerekçesiyle kovuşturmaya uğradı.1952 yılında yargılandı ve iki yıl hapis cezası aldı. 1940-1955 yılları arasında değişik dergilerde yayınladığı şiirlerinde hep ezilen ve sömürülen sınıfların sorunlarını işler ve onlara yol göstermeye, uyandırmaya çalışan Ahmet arif Ankara’da yalnız yaşadığı evinde 2 Haziran 1991 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu 64 yaşında yaşamını yitirdi.“Umutsuzluğa düşmek” ise bir devrimciye yasaktır. Cellât elinde işkencede ölüme bir soluk kalmışken bile! Yalnız yasak değil, ayıptır da. Çünkü devrimcinin kendisi, insanlığın yarını ve umududur. Bir kural, bir ilkedir bu. Namussuzluğun, alçaklığın egemen olmadığı, soylu, güzel ve onurlu bir dünya, bu temel ilke üzerinde kurulur. Bu bayrak, Yüreğime delikanlıyken çekildi. Şimdi kırkı aştım, her an daha zorlu bir rüzgâr ile atardamarımı doldurmakta:Ahmet Arif sağa sola çekilecek şiirler değil açık ve netçe sisteme karşı açıktan ayağa kalkıp savaşıma çağıran şiirler yazı.Rüstemo ve Otuz Üç Kurşun adlı şiirlerinden sonra Adiloş Bebe adlı şiirini yazar Ahmed Arifin bu şiirleri, geniş kitlelere mal oldu ve her miting ve yürüyüşlerde okundu bu şiirler. Öğrenciler kampüslerde, işçiler fabrikalarda, köylüler dağlarda, devrimciler zindanlarda bu şiirleri dur durak bilmeden okudular.Bu üç şiir ile Anadolu insanının sempatisini kazanmayı başarabilmiştir Ahmed Arif. Aralıklarla yazdığı diğer şiirler ile (Yalnız Değiliz, Vay Kurban, Sevdan Beni, Uy Havar, Anadolu… gibi) bu durum daha da pekişir ve nihayet 26 Haziran 1967’de sevenlerinin beklentisi gerçeğe dönüşür ve içinde on dokuz şiirin olduğu ilk ve son kitabı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ adı ile Bilgi Yayınevi tarafından basılır. Kitap su gibi satılır ve kitlelerce sahiplenilir. Haklı bir üne kavuşmuştur Ahmed Arif. Peki, Ahmed Arif’i kitle ile bu kadar çabuk bir biçimde buluşturan şey neydi? Şiirlerinde neyi nasıl anlatmıştı? Hangi kaynaklardan beslenerek şiirini ete kemiğe büründürmüştü? Şairliği ve ondan da önce devrimci karakteri ile yaşayışı arasında uyumu sağlayabilmiş miydi? Bu soruların yanıtlarını şiirlerinden yola çıkarak yanıtlamak gerekmektedir.Nazım Hikmet, kapitalist sömürünün dizginsizce yaşandığı büyük kentlerden seslenir insana; denilebilir ki o burjuvazinin her türden gericiliğine ve zorbalığına karşı proletaryanın devrimci savaşında fabrikaları, kentlerin direnişlerle dolu meydanlarını mesken tutmuş ve şiirinin ana mekan örgüsünü bu alanlardan faydalanarak yaratmıştır. Mecazi anlamda Nazım’ın şiiri, burjuvazinin köhneleşmiş sistemine karşı onu yıkma girişiminde bulunan bir milis savaşçısının şiiridir. Ahmed Arif ise Nazım’ın tersine insana kentlerden değil ‘dağlardan’ seslenir. Onun şiirinin mekan örgüsünü de dipsiz uçurumları, sarp kayalıkları ile dağlar oluşturur. Dağın sesini kentlere kadar taşıyan derin bir çığlık gibidir adeta her mısra.Mısralar anlam ve yoğunluk olarak dağın çığlığını, acısını, hüznünü ve umutlarını omuzlayabilecek kadar sağlam ve birbirleri ile uyumludur. Mısralar bir biri ardına muazzam bir biçimde bir nehir gibi akar; bu nehrin yatağında taşıdığı yük insanın çileli tarihinden, acı ile yaratılmış dünyasından, kapanmak bilmeyen ve bin yıllardır kanayan yaralarından izler taşır. Fakat insan burada çaresizlik içinde kıvranıp duran bir unsur değildir. Umutsuzluğa düşmesinin mümkünü yoktur insanın; çünkü nasıl ki Nazım’ın şiiri her an direnişte olan bir milisin şiiri ise, Ahmed Arif’in şiiri de doğanın acımasızlığına, zulmün ölüm kusan karanlığına karşı ‘Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir.’Felsefesi, tarih bilinci ve inancıyla yeni bir dünya uğruna savaşan bir gerilla şairidir Ahmed Arif ve bu şairin mısralarında Anadolu ve Mezopotamya insanının tarihi yaratan emeği, derin suskunluğu, kandan ve terden süzerek doğurduğu değerleri işlenir. Anadolu tarihi, şiirlerinde kendini belli eden en önemli öğeler arasındadır. Mısraların kendi arasında uyumlu bir biçimde akışını sürdürüp anlamını çoğalttığı mekan içinde, birdenbire tek bir mısra şiirin ana akış yönünü şimdiki zamanının gerçeğinden çevirip tarihe döndürür.O tarihteki insanların yaşam mücadelelerinden, dünyaya bakış açılarından, yarattıkları sanatsal eserlerden, direnişlerden kesitler sunar; böylece şimdiki zamanın geçmiş zamana sağlam ve kalıcı halkalar ile eklemlenmesini sağlar. Bu iki zaman biçiminin diyalektik bir biçimdeki uyumu, beraberinde gelecek zamanın da sezgisini getirir. Bundandır ki umutsuzluk şiirin dokusuna işleyemez; çünkü gelecek öyle veya böyle durdurulmaz bir çığ gibi sonsuz bir biçimde akan ve onu yaratan halk kitlelerinin olacaktır. Bu kendinden menkul basit ve dogmatik bir inanç değil yukarıda da bahsettiğimiz gibi tarih ve felsefe ile bilincine varılmış bir hakikattir.Bu durumu ‘Anadolu’ adlı şiirinde son derece net bir biçimde görebiliriz. Anadolu’nun sahip olduğu stratejik konum, topraklarının bereketliliği, üç tarafının uçsuz bucaksız denizlerle kaplı olması gibi durumlar tarih boyunca bu toprakların istila edilmesine, köylerinin, şehirlerinin yerle bir edilmesine neden olmuştur. Atlıların savaş çığlıkları ile tüm köyleri yakıp yıktığı, keskin kılıçları ile boğazları kesip toprağı kanla suladığı bu coğrafyada tarih, acı ve zulüm ile, sevda ve umut ile, direnişler ve ihanetler ile yazılmıştır. Bundandır; Ahmed Arif, Anadolu’yu tanımlarken şiirinin mekan ve tema öğeleri arasına yukarıda bahsettiğimiz bu unsurları da yerleştirmiştir.‘Beşikler vermişim Nuh’a,Salıncaklar, hamaklar,Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,Anadolu’yum ben,Tanıyor musun?’Anadolu, yoksulluğundan utanır, fideleri üşür, ‘ele güne karşı çıplaktır’, harmanı artık eskisi gibi bereketli değildir ve daha da önemlisi istila güçlerinin akınları karşısında acı çekmekte, yaralanmaktadır. Kendi yarattığı ‘şairlerin, bilginlerin dünyalarında’ bir başına kalmıştır. Halbuki o çalışmaktan, birlik ve beraberlikten, sevgi ve emekten yaratmıştır dünyasını… Ama saldırmışlardır, katletmişlerdir; fakat o asla teslim olmamıştır ve direnmiştir, hep direnmiştir ve bu direncin titreşimlerini salmıştır etrafa:‘Binlerce yıl sağılmışım,Korkunç atlılarıyla parçalamışlarNazlı, seher-sabah uykularımıHükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,Haraç salmışlar üstüme.Ne İskender takmışımNe Şah, ne sultanGöçüp gitmişler, gölgesiz!Selam etmişim dostumaVe dayatmışım…Görüyor musun?’Anadolu yiğittir, değerlerine saldırıldığı vakit onları kan ve can pahasına da olsa korumayı bilmiştir. Ne İskender’in fetih orduları ne de Persler’in akıncıları Anadolu’yu büsbütün ele geçirip yok edebilmiştir. Tarihini yazarken nice Köroğlu, Pir Sultan, Karayılan, Bedrettin’ler yaratmıştır… O bunun tam manasıyla bilincindedir ve bu bilinç durumu onu umutsuz olmaktan kurtarmıştır.Dikkat edilecek olursa şiirin zaman unsuru mekan içinde son derece belirgindir; Havva Ana’nın dahi öncesinden başlayan bir tarihçesi vardır Anadolu’nun. Anadolu insanı ve bu topraklar, tarihin en eski zamanlarından süzülüp gelir; mısralar onların öyküsünü ileriye doğru taşımakta zorlanmaz. Nihayet şiirin sonlarına doğru geçmişin şimdiki zamanla olan ilişkisi, teslimiyete karşı direniş, yaratılan değerlerden ödün vermeye karşı onları ölümler ve acılar pahasına savunma ile kendi gerçek anlamını tamamlar. Bu tamamlayışta direnme unsuru önemli bir görev üstlenmiştir; direnmek sevda ile, diş ve tırnak ile, acı ve gözyaşı ile direnmek… Çünkü bir başka dünya doğar direnişten.Acıdan, yaralardan… Doğdukça çoğalır, genişler ve her yana yayılır. Ta ki zulmün kaleleri bir bir yıkılana değin sürer bu çoğalma hali. Zulmün kalelerinin yıkılışı bir tür ‘karşı konulamaz’lık ile kendi öz anlamına kavuşur. Gerisi insanın bu karşı konulmazlık haline karşı ‘tarafını’ netleştirmesinden ibarettir. Çünkü tarih ilerlemekte, çağlar açılıp kapanmakta, nice hükümdarın kanlı tacı kentlerin meydanlarında yuvarlanmaktadır; hakikat kendini, şairin ifadesi ile ‘dayatmaktadır’. Ve asıl belirleyici olan egemenlerin zulüm ve despotluklarına karşı, onların yarattıkları ve insanı köleleştirmekten, boyun eğmeye zorlamaktan başka bir işlevi olmayan her türden köhne ve yoz uygulamalarına karşı; geniş yığınların kendi öz hakikatlerini yaratmaları ve bu hakikati ama öyle ama böyle dayatmalarıdır. Devrimci duruş bunu gerektirmektedir. Zulmün ve zorbalığın ‘nesnel hakikat iddiasına karşı’ onu alaşağı edebilecek bir duruş, bir tür radikal kopuş ve bunların sonucu yaratılan bir tür ‘devrimci hakikat iddiası’ gerekmektedir ve bu iddia çok eski zamanlardan beri yaratılmış ve halen de yaratılmaya devam etmektedir. Bu yüzden şiirin son dizeleri umutsuzluğu bir bıçak gibi kesip atıp onca acıdan sıyrılarak geleceğe yönelir:‘Gör, nasıl yeniden yaratılırım,Namuslu, genç ellerinle.Kızlarım,Oğullarım var gelecekte,Her biri vazgeçilmez cihan parçası.Kaç bin yıllık hasretimin koncası,Gözlerinden,Gözlerinden öperim.Bir umudum sende,Anlıyor musun?’Görüldüğü gibi şiirin zamanlar arası geçişi ve yeniden inşası son derece içli mısralar aracılığıyla estetik bir tat bırakarak, gerçek amacına ulaşır. Anadolu kendi insanına seslenişini inanç ve umut ile tamamlar ve en son olarak da gözlerinden öper o insanın. Sorulan soruya Anadolu insanının verdiği yanıt ‘evet’tir. İnsan, yaşadığı toprakların ondan istediğini anlamıştır; o umudun taşıyıcısı ve yaratıcısıdır. Anadolu’nun ‘her biri cihan parçası’ olan ve binlerce yıllık hasretinden yarattığı binlerce kızı ve oğlu vardır. Bu çocuklar gelecektedir ve Anadolu şimdinin insanından onlar adına dahi olsa mücadele etmesi yönünde istekte bulunur ki, bu istek var olmak ve gelişmek, hürriyeti yakalamak ve yaşamak adına olduğundan, son derece anlaşılırdır.Ahmed Arif’in Anadolu şiirinde olsun, ‘Otuz Üç Kurşun, Kalbim Dinamit Kuyusu, Rüstemo, Vay Kurban, Bu Zindan, Bu Kırgın, Bu Can Pazarı…’ gibi şiirlerinde olsun umutsuzluğa hiçbir surette yer verilmez. Bu durumun nedeni Ahmed Arif’in devrimci kişiliği ve sanat anlayışıdır. Yukarıda sorduğumuz bir sorunun yanıtı da buradadır, yani Ahmed Arif’in şiirleri ile yaşamı tam bir uyum içindedir. Bu anlamda da ender bir şairdir; yazdıklarını hisseden ve yaşayan bir şairdir, namuslu, dürüst ve çalışkan ve sonsuz umutlu. Geleceğe ve insana dair daima umutlu olmasını şöyle ifade ediyor Ahmed Arif:‘Umutsuzluğa düşmek ise bir devrimciye yasaktır. Cellat elinde işkencede ölüme bir soluk kalmışken bile. Yalnız yasak değil ayıptır da. Çünkü devrimcinin kendisi, insanlığın yarını ve umududur. Bu bir kural, bir ilkedir bu. Namussuzluğun, alçaklığın egemen olmadığı, soylu, güzel ve onurlu bir dünya, bu temel ilke üzerinde kurulur.'(5) Görüldüğü gibi şairin dünyaya bakışı ile şiirleri arasında tam bir uyum bulunmaktadır.Ahmed Arif’in şiirlerindeki mısralar imge yapısı olarak son derece güçlüdür; imgeler arası iç içe geçiş ve bu yolla anlam düzleminin tek boyuttan çok boyutluluğa niteliksel sıçraması estetik ölçülerin sınırlarını zorlayarak gerçekleşir. Halk kültüründen gıdasını alan söyleyiş tarzları, denilebilir ki ağıtlardan, türkülerden, masallar ve efsanelerden beslenerek modern bir destan havasına bürünür. Şiirlerdeki bu destansı söyleyiş tarzı Ahmed Arif’in kendi özgünlüğünü yaratabilmesinin işaretidir. Yerel olandan evrensel olana geçiş, yüklü mısralar aracılığı ile sağlanır; böylece şiirin etki alanı genişler. Mısralar kimi zaman ‘Kolsuz, yarı çıplak Venüs’ heykeline kimi zaman ‘Prometheus’u yakan kara sevdanın’ ateşine girip çıkarak; kimi zamansa ‘Urfa’da kurşun atan’a, ‘Spartaküs’ün gerillasına’ değinerek bütünlüğe ulaşıverir. Tüm bu geçişlerde ve değinmelerde, şair taraflığını yitirmez; tersine korur. Hoyrat bir duruşu vardır mısraların ve bu anlamda epik bir özellik taşır Ahmed Arif’in şiirleri. Fakat mısraları salt epik öğeler içinde bırakarak da güdükleştirmez, onları içsel lirizmin kendine özgü titreşimleri ile sarıp sarmalayarak yeni biçimler altında sunabilmeyi başarır. Epik ve lirik söyleyiş tarzını diyalektik olarak anlamlı bir biçimde yeniden kurup uzlaştırır. Bu tarz tekniklere, Ahmed Arif’i diğer şairlerden ayıran en önemli özelliklerdir diyebiliriz.Ahmed Arif’in şiirlerindeki mısralar, yukarıda da değindiğimiz gibi son derece yoğun bir içeriğe sahip olduğundan, Ahmed Arif için, şiirlerinde salt şu veya bu konuları işlemiştir, tarzında bir genellemede bulunmak çok güçtür. Fakat kabaca da olsa şiirlerinin teması üzerine eğilmeyeceğimiz anlamına gelmemektedir bu durum. Kitabındaki on dokuz şiirde belirgin olan temalar ve bu temalara eklemlenmiş alt izlekler genelde insan ve doğa sevgisi, yurtseverlik, yiğitlik, aşk ve umut, bilgelik ve değişime dair inanç gibi damarlardan oluşmaktadır. Tüm bu damarlar en son aşamada öyle veya böyle devrimcilik damarında kesişip bu damara kan taşıyan unsurlar haline gelirler.Ahmed Arif’in şiiri üzerine çok şey söylenip yazılabilir; fakat biliyoruz ki bu yazı açısından Ahmed Arif gibi bir devrimci şairi tüm yönleri ile ele almak neredeyse imkansızdır. İsmi kuşaklar boyunca anılacak olan bir şair için de bu durum aslında doğal olandır. Her mısrasında insana ve onun yarattığı değerlere sonsuz bir saygı ile yaklaşan bir halk ozanıdır Ahmed Arif.Mısralarında kullandığı sözcükler dahi insanımızın çok eski zamanlardan beri kullanageldiği sözcüklerdir. Sözgelimi ‘kada, afat, üryan, pusat, dulda, olanca…’ gibi sözcükleri, halkımız diğer usta ozanlarından da defalarca dinlemiştir. Bu ve bunun gibi yüzlerce sözcüğün kullanıldığı mısralar, kuşkusuz ki geçmişin tekrarı değildir; Ahmed Arif tarafından yeniden yaratılmış ve halkın huzuruna çıkmış sözcüklerle bezelidir. Halkın yaralarından doğmuştur bu mısraları oluşturan sözcükler ve tekrar halkın yaralarını sarmak için ona döner. Ahmed Arif’in şiirini kurarken gıdasını aldığı kaynak ‘halkın bitip tükenmek bilmeyen toprağı’ndan başkası değildir.Yüreği insan için çarpan bir şairin mısraları öyle veya böyle her türden engellemeye karşı insana ulaşacaktı ve nitekim dizeleri halka ulaştı; onun toplumsal ve bireysel belleğine kazındı. Öyle ki mısralar kent kent, köy köy dolaştı.Gerilla mavzerlerinin kabzalarına kazındı ‘Beni baskınlar götürür/ Gerillanın şah damarı halkıma’ dediği dizeleri. Cellatların vahşet saçan pençeleri arasında, işkence tezgahlarında söylendi ‘Vurun ulan vurun!/ Ben kolay ölmem/ Ocakta küllenmiş közüm/Karnımda sözüm var halden bilene’ mısraları. Bir devrimcinin olancası sadeliğinden dökülür mısralar, birbiri ardına, upuzun ve güzel… Devrimci bir şair olmasından ötürü zindanlara atıldı Ahmed Arif, Sansaryan Hanı’nın kör hücrelerinde aylarca tecrit altında tutuldu; fakat asla taviz vermedi değerlerinden. Bir devrimci olarak yaşadı hayatı. İlkeleri, kuralları ve ahlakı olan bir devrimci olarak… Bu yönüyle de yalnız edebiyat alanında değil; dünyaya müdahale etmek isteyen devrimcilerin hayatlarında da bir örnek olabilmeyi başarabilmiştir Ahmed Arif.2 Haziran 1991’de kaybettik şairimizi. Haziran çok şeyi koparıp götürdü bizden, Nazım Hikmet’i, Ahmed Arif’i, Orhan Kemal’i… Fakat gerçek olan şudur ki her ne kadar bu insanlarımızın kaybı yüreğimize keskin acılar salsa da, coğrafyamız kendi şairlerini ve devrimcilerini yaratmaya devam edecektir.