LAİKLİK VE DİNİN POLİTİK SAHNEYE DÖNÜŞÜNÜ DOĞRU ANLAMAK..!

Laiklik, bir burjuva kavram olarak, burjuva devrimlerinin ürünüdür. Burjuvazinin, kapitalizmin gelişmesinin zorladığı, feodallerin iktisat-dışı zoruna, kişisel ve toprağa bağımlılık ilişkilerine karşı olduğu kadar, onun bir parçası ve bileşeni durumundaki dinsel bağımlılık ilişkilerine ve dinin siyasal süreçler ve en başta devlet üzerindeki düzenleyici etkisine karşı çıkışının bir ihtiyacı olarak ortaya çıkmıştır. Batı’da Kilisenin devasa toprak mülkiyeti ve feodal ayrıcalıklardan olan ayrıcalıkları ve Cennet’i pazarlamaya varan belirleyici gücü, burjuvazinin güç almakta olduğu bilim yerine hurafelere dayanan ve feodal sistemi savunmaya adanmış, her tür gelişme ve ilerlemeye karşı tutumu, eğitimi ve okulları denetiminde tutuyor olması, engizisyonları vb.; sömürülen yığınları bıktırıp tepki ve düşmanlıklarını kazandığı kadar, tüm kutsallıkları paraya tahvil ederek, sermayenin çıplak gücü ve sınırlanmamış egemenliği, birleşik pazar ihtiyacı ve hiçbir maddi ve kutsal ketle engellenmemiş değişim özgürlüğü peşinde olan burjuvazinin hedefleri arasındaydı. Sonunda, kapitalizmin ihtiyaçları kendisini dayattı. “Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı ‘doğal efendiler’ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı nakit ödemeden başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu.”* “Göksel İmparatorluk”un dünyevi-göksel temsilcisi, Kilise, egemenliği ele geçiren burjuvazi tarafından dünyevi imparatorlukların düzenleyiciliğinden kovuldu. Bu kovuluş, ya açık ve doğrudan biçimde, Fransa’da olduğu gibi, toprakları yağmalanarak, devletin ve eğitimin dışına atılarak, Kiliseye ve egemenliğine karşı zor uygulanması yoluyla ya da Kilisenin (kuşkusuz dinin) kendisini reformdan geçirip (Calvin, Luther ve Protestanlık hareketi) yenileyerek burjuvazinin egemenliğini kabullenmesi ve modern devletin hizmetine girmesi yoluyla gerçekleşti. Katoliklik de, dünyevi egemenliği burjuvaziye terk ederek ve onun hizmetinde, ancak kendisine tanınan alanda varlığını sürdürdü.Jakoben Laiklik olarak tanınan ve burjuvazinin feodalizm ve soyluluğa karşı devrimci tutumunu yansıtan, Kilise ve dinin dünyevi egemenliğinin, aygıt ve dayanaklarıyla birlikte elinden açıkça ve zorla alınarak, siyaset alanının dışına sürüldüğü Fransız türü.. Ya da işçi sınıfı ve hareketinden duyduğu korkuyla burjuvazinin feodalizm ve soylulukla uzlaşmaya yönelerek iktidara tırmandığı –gelişen kapitalizmin toprak soylularına iç başkalaşımı ve kapitalistleşmeyi dayattığı– ve kesip-atarak değil, ama uzunca bir süreç içinde, din siyaseti dahil, feodal kurum ve aygıtları hizmetine koşarak kendine bağladığı Alman vb. türü.. Hangisi olursa olsun, birinde hızla, diğerinde kalıntılarının sancılı giderilme hali bir yana, bir şey kesindir: Din ve Kilise, siyasal egemenliği burjuvaziye terk edip, çıkarlarının üstünlüğünü tanıyarak ve kuşkusuz karşıtlarının, işçi ve emekçilerin yatıştırılması rolünü üstlenip hizmetine girerek, “göğe” çekilmiştir. Burjuvazinin hizmetinde oynadığı rol, hiç kuşku yok, burjuvazinin ihtiyaçları tarafından belirlenmiş (Calvinizm ve Luthercilik tamamen bu içerikle biçimlenmiş), ama, bu, dinle siyaset (devlet işlerinin) ve eğitimin bütünüyle ayrılması olarak gündeme gelen Laisizmin daha başlangıcında ucundan tırtıklanması anlamına gelmiştir. Ama şu ya da bu yoldan, artık burjuva çıkarlar, siyaset ve egemenliğini karşıya alıp dışlayan bir din siyasetinden (ve egemenliğinden) ve dinin dünyaya dayatılmasından söz edilemez olmuştur. Laiklik diye tanımlanan genel olarak budur: Din kişinin özel sorunudur, kişi, özgür yurttaş, şu ya da bu din veya mezhebin akidelerine inanır ya da inanmaz, bu, dünyevi yaşantısını etkilemez, ve kuşkusuz devlet, tüm inançlar (ya da inançsızlık) karşısında, tarafsız pozisyonuyla, eşit mesafede durur.Burjuvazinin başlangıçta feodal soyluluğun kollarına atılıp gericileşmesine bağlı olarak gündeme gelen Laikliğin ucundan tırtıklanması ve yarım-yamalaklığı ya da daha baştan burjuvazinin hizmetine koşulması, kuşkusuz, dinin siyasal amaçlarla kullanılmasından ve din üzerinden siyaset yapılmasından başka bir şey değildir. Ve burjuvazinin “devrimci barutu”nu tümüyle tüketip tekelleşerek gericiliğin kalesi olmasıyla, dinin –kuşkusuz– burjuva çıkarlarla kullanılmasının, aynı anlama gelmek üzere dini inanç ve duyguların, önyargıların istismar edilerek Türkiyede olduğu gibi üzerinden siyaset yapılmasının önü ardına kadar açılmıştır. Artık emperyalizm koşullarında, dinin siyaseten kullanılması, yalnızca burjuvazinin konjenktürel farklılıklar gösteren çıkarları ve burjuva kesimlerin birbirlerine ve halkı karşı izlediği taktiklerin ihtiyaçlarına bağlı olmuştur.DİN EMEKÇİLERİ ALDATIP YEDEKLEMEK İÇİN POLİTİKALANA HIZLA DÖNDÜBurjuvazinin henüz devrimci olduğu ya da soyluluğun kollarına atılarak gericileşmeye yönelmekle birlikte az-çok ilerlemeyi temsil ettiği, kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği ve “tarihin tekerleği”nin dönüşüyle uyum içinde bulunduğu tekel-öncesi serbest rekabetçi dönemde, devlet işleriyle din işlerinin ayrılması ve dinin özel kişisel sorun kılınması olarak şekillenen Laiiklik, şurada burada dinin siyaseten kullanılmasını bütünüyle dışlamasa bile, yine de genel bir uygulanma alanı buldu. Ancak tekelleşerek emperyalizme dönüşmesiyle birlikte üretici güçlerin gelişmesiyle karşıtlık içine düşen kapitalizm koşullarında, artık her tür gericiliği mubah sayan ve gericiliğin asıl gücü haline gelen burjuvazi, Kiliseyi ve doğuda örneğin camiyi ve Müslümanlığı da kendisine bağlayarak, dinin halkı yönetmek bakımından sunduğu olanaklardan yararlanmaya yöneldi. Artık tümüyle halka karşıydı ve politik zorun yanında dinsel yatıştırıcılık dahil, her türlü yöntemi kullanarak, halkın öfke ve isyanını denetim altına almak ve saptırarak çıkar ve politikalarına uygun kanallara akıtmak üzere davranmaktaydı.İngiltere, 2. Emperyalist Savaş öncesine kadar gelen “güneş batmayan imparatorluk” döneminde, hemen tüm dinleri emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmanın sayısız örneklerini verdi. Türkiye ile ilişkisi bakımından, 1. Emperyalist Savaş’la Ortadoğu’nun “cetvelle çizilmiş” türden sınırlarla bölünmesinde, Arap aşiretlerini, milliyetçiliğin yanında dinciliği de kışkırtarak ve din üzerinden siyasetlerle yedeklemeye yöneldiği bilinir.2. Emperyalist Savaş ertesinde, ABD’nin emperyalistler arasında “1. keman” rolüne soyunması ve kendini diğerlerine dayatması döneminde, özellikle İslam’ı kullanmaya giriştiği yine bilinir. Soğuk Savaş ile birlikte Sovyetler Birliği’nin kuşatılması ve çökertilmesi yöneliminde, İslam’ın ve İslamcı güçlerin harekete geçirilmesini içeren “Yeşil Kuşak Projesi”nin önemi hatırlanacaktır. Müslüman ve Müslüman kökenli halklar, bu dönemde Amerikan emperyalizminin göz bebeği durumunda olmuşlar, ideolojik aygıtların hedefi olmanın yanında rüşvetlere boğulmuşlar, aşiret reisleri, Sultanlar, dini liderler el üstünde tutularak, siyasi ve askeri yardımlarla Amerikan çıkarları ve stratejisine bağlanmışlardır. Şimdi “azılı terörist” ilan edilen El-Kaide ve Bin Laden, örneğin, bu Amerikan stratejisinin ürünü bir CIA beslemesidir. Zamanında, Sovyet sosyal emperyalizmi ve işbirlikçisi revizyonistlere karşı Bin Laden ve örgütü Afganistan’da her türlü araçla desteklenmiş, “terörizmi” ve “aşırı İslamcılığı” akla bile gelmemiştir.İran Devrimi’yle Şahın devrilmesi ve bu ülkede Şeriatçı Şii iktidarının kurulması, kuşkusuz “yeşil kuşak” stratejisinde bir “kırılma” oluşturmuş, ancak bir süre, din siyasetinde mezhep ayrılıklarına kadar inilerek, Şiiler karşısında Sünnilere oynanarak, henüz hedefine ulaşmamış olan strateji sürdürülmüştür. Ancak yine de, İran İslam Devrimi, stratejinin bir “geçiş dönemi”ne girdiğinin işaretini vermiştir. Çünkü bu devrim, dinsel alanın, İslam’ın asli sahiplerinden birinin egemenlik ilanıyla, ABD’nin tek başına İslam’ı kullanamayacağını göstermiş; geleneksel din siyaseti ve bölgede buna bir çağrı olan İran’daki “atılımı”, ABD bakımından işlerin karışacağı ve –kendisine paha biçilmez olanaklar sunan dinsel alanı bütünüyle İslam’ın geleneksel güçlerine terk edemeyeceği için– dünya egemenliği stratejisine hizmet edecek yeni taktikler geliştirmek zorunda olduğu anlamına gelmiştir.Öte yandan Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve dağılması, “yeşil kuşak” ihtiyacını, en azından eski içeriğiyle gereksiz hale getirmiş; dünya egemenliği peşindeki ABD bakımından, İslam’ın kullanılması, eski çevre Sovyet Cumhuriyetlerinin ABD egemenliğine bağlanmasında İslam’ın oynayacağı “kaldıraç” rolüne indirgenmiştir.Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşü, eski Sovyet Cumhuriyetleri ve egemenlik altına alınmalarıyla sınırlanamayacak sonuçlar oluşturmuş, “Sovyet İmparatorluğu”nun boşalttığı –Afrika’dan Asya’ya– geniş alanların yükselişteki yeni emperyalist talipleri boy gösterme eğilimine girerken, dünyanın yeniden ve genel olarak “parsellenmesi” gündeme oturmuştur.Dönemin bir başka özelliği de, ABD ve Sovyetlere yönelik eski Batı stratejisi bakımından, stratejinin kendisiyle birlikte dinsel İslam’ın, akıtılan yardım ve desteklerin eski öneminden kaybetmesine bağlı olarak, geleneksel İslamcı güçlerin başıboş hissetmeye başlamalarıdır. İran devriminin yaydığı havanın da etkisiyle, dinsel İslam kendi içine dönme ve “bağımsız” hareket etme eğilimine girmiştir. CIA başta olmak üzere Amerikan beslemesi bu Ortaçağ karanlığının güçleri, bir yandan başıboşluk ve içe dönüş üzerinden, bir yandan da yeni strateji oluşturmakta olan ABD tarafından yönlendirilerek, dünyanın, hem kolay yönetilmesi için dinselleştirilmesinin dayanaklarına, hem de yeniden paylaşılması için yeni ABD satrancının “piyonları”na dönüşmüşlerdir.ABD’yse, bu kez hem ülke içi ve hem de dışında, dinin yenilenmiş bir kullanım tarzına, üç belli başlı dini kapsayan din siyasetine geçmiş; geçişte, teröre yönelmiş başıbozuk dinci İslam’ın payının ölçüsüne ilişkin boş tartışma bir yana, 11 Eylül “İkiz kuleler” hadisesi, dinin yeni kullanım biçimine ilişkin taktikleri de kapsayan dünya egemenliğine yönelik yeni stratejinin görünüşte “düğmesine basılması” olarak yansıtılmıştır. Artık, eski “yeşil kuşak” güçleri de içinde radikal İslam ya da İslami terörizm, dünya ölçüsünde düşman durumundadır.Sürecin bir yönü, yalnızca ABD’yi kapsamakla kalmayıp Avrupa’ya da yayılarak, Ortaçağ Hıristiyan gericiliğinin, başta Evangelizm olmak üzere, onun en sapkın mezheplerinin önünün açılması ve karanlık güçlerinin harekete geçirilmesi olmuştur. ABD ve “demokrasi beşiği” Avrupa sözde laiktir; ama, “yeşil kuşak” günlerini aratan bir din siyaseti, bu kez bu ülkelerin yığınlarına yönelik olarak, tekellerin dünya egemenliği amaçları, politika ve saldırganlığının hizmetinde, bu ülkelerden başlayarak, dünyayı kasıp kavurmaya başlamıştır. Bu alanda öyle ileri adımlar atılmıştır ki, Bush, Irak işgaliyle ilgili olarak “Tanrı” tarafından “görevlendirildiği”ni ileri sürmekte sakınca görmemiş, dünya ölçeğinde çatışma “Hristiyan-Yahudi medeniyeti ile İslam medeniyeti”nin çatışması olarak ilan edilmiş ve Amerikan saldırganlığı “Haçlı Seferi” olarak nitelenmiştir. Hıristiyanlık değerlerine atıflar, evrim kuramı düşmanlığı, dinsel dogmaların güncellenmesi vb. Amerikan ve Avrupa halklarına yönelik teslim alıcı bir saldırının unsurları olarak revaçtadır ve belli başlı büyük devletlerden başlayarak, dünya bir gericilik dönemine sürüklenmiştir.Aynı şey, tekelci kapitalistlerin ağababalarının kurmay odalarında geliştirdikleri İslam’a yönelik yeni taktikler ve İslam’ın yeni kullanım biçimi açısından da geçerlidir. İslam, “radikal” ve “ılımlı” olarak ikiye ayrılmakta ve biri hedefe konurken, diğeri, çıkarlarına hizmet için tekellere, çıkar ve politikalarına bağlanmaktadır. Dergimizin 167. sayısında yayınlanan “Anti-emperyalist Mücadelenin Temelleri” başlıklı makalenin özellikle son bölümünde konuya ilişkin daha geniş bilgi bulunabilecek tekeller ve din ilişkisine ilişkin son yıllarda olup bitenlerin, burjuvazi açısından Laisizmden geriye bir şey kalmadığını ve “modern” amaçlarıyla din siyasetinin gemi azıya aldığını gösterdiği açıktır.Kapitalist modernitede, bilisiz yığınlar, kendi dönüştürücü güçlerinin farkına varıncaya dek, doğa güçleri ve yasalarını açıklayamamalarının üzerine binen sermayenin kör egemenliğini açıklayıp üstesinden gelemedikçe, kendi gerilik ve korkularının ürünü olan dinsel dogmalar ve dünyada bulamadıkları huzuru “öte dünya”da arama zaafları dolayısıyla, kuşkusuz başta –dönemden döneme değişecek yönelimleriyle– kapitalist emperyalistler tarafından istismar edilecek, birbirlerine karşı safa sokulmak üzere bölünerek, kendi nesnel çıkarlarının tersine yedeklenmekten kurtulamayacaklardır. Bu, Amerika ya da Türkiye veya bir başka ülke, neresi olursa olsun, Ortaçağ gericiliğini de yardımına çağırıp dinci güçlerine sarılan tekelci burjuvazinin, Laiklik edebiyatına rağmen, tamamen, modernite kılıfı giydirilmiş oluşuyla geleneksel olanından ayrılan din siyaseti izlemesi anlamındadır ve gerici burjuvazinin, modern felsefi akımlar kadar, din üzerinden de varlığını korumaya ve önünü açmaya çalışmasında şaşılacak şey yoktur.

Tüm ifadeler:17Umut Torto Abaci, Mahmut Turhal ve 15 diğer kişi