Kemalizm sorununda olduğu gibi, Kürt sorununda İbrahim Kaypakkaya, “Türkiye’de Milli Mesele” başlıklı çalışmasında çeşitli Kürt sorununa dair görüşlerini kapsamlı olarak ortaya koyar. Kaypakkaya yoldaşın “Türkiye’de Milli Mesele” bağlamında Kürt sorununa dair yaklaşımlarını yeniden hatırlatmakta yarar var.
İ.Kaypakkaya, Şafak dergisinin tezlerini sıraladıktan sonra eleştirisine şöyle giriyor: “Şafak revizyonizmine göre milli baskı, Kürt halkına uygulanmaktadır. Türkiye’de milli baskı, hakim Türk milletinin hakim sınıflarının, sadece Kürt halkına değil, bütün Kürt milletine, sadece Kürt milletine de değil, bütün azınlık uyruk milliyetlere uyguladığı baskıdır.”(12 – age, s.258)
Eleştiride, bu başlangıç birkaç bakımdan önemli. Öncelikle o tarihe kadar ifade edildiği şekliyle halk sayılan Kürtlerin, bir ulus olduğunu bilince çıkarmıştır. Ulus tanımını Stalin’den aktararak; “. Dil, toprak, iktisadi yaşantı birliğinin ve ortak kültür biçiminde beliren ruhi şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihi olarak meydana gelmiş istikrarlı bir topluluk”(13 – age, s. 259) olduğunu açıklığa kavuşturur. Kürt ulusunun ulusal haklarının teslim edilmesi gerektiğinin bilince çıkarılmasının önü açılmış demektir. Kaypakkaya, eleştirisinin devamında bu gerçekliği açarak asıl politik sonuca işaret eder; Kürt ulusunun ayrılıp devletini kurma hakkı dahil, kendi kaderini tayin hakkının tanınması gerekir. Şafakçıların, halk diyerek ve halkın kaderini tayin hakkından söz ederek geçiştirmeye çalışmasının nedeni tam da budur. Şafakçılar, bir ulusun, dolayısıyla ulusal hak eşitliğinin tanınma zorunluluğundan kaçmaktadır. Ayrıca; “ Kürtlerin millet oluşturmadığını ileri süren tez besbelli ki baştan sona saçmadır, gerçeklere aykırıdır ve pratikte de zararlıdır. Zararlıdır; çünkü böyle bir tez, ancak ezen, sömüren ve hakim milletin hakim sınıflarının işine yarar. Onlar böylece ezilen, bağımlı ve uyruk milletlere uyguladıkları milli baskıyı ve zulmü, kendi lehlerine olan bütün imtiyazları ve eşitsizliği haklı çıkaracak bir gerekçe bulmuş olurlar. Böylece proletaryanın, milletlerin eşitliği uğruna, milli baskıların, imtiyazların vs. kalkması uğruna yürütmesi gereken mücadele suya düşmüş olur. Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı suya düşmüş olur. Hakim milletin uyruk milletler üzerindeki her türlü zulmü ve zorbalığı meşrulaşmış olur.”(14 – age, s. 260)
Egemen ulus karşısında Kürt ulusunun tam hak eşitliğini savunmak, bırakalım Marksist olmayı, tutarlı demokratlığın ölçütü, Türk milliyetçiliği ve Türk sömürgeciliğinin peşine takılıp takılmamanın mihenk taşıdır. Özel olarak o tarihsel kesitte “Türk milliyetçiliği, Kemalizm hayranlığı ve ordu-darbe şakşakçılığı” hastalıklarıyla mustarip tarihi gelenekten köklü kopuşun mihenk taşıdır. Kaypakkaya’nın yaptığı budur ve onda özsel olan, ileri olan, öncü olmasını sağlayan bir duruştur bu.
Milli baskıdan nasibini alanın yalnızca Kürt emekçileri olmadığını bilince çıkarmak, bütün bir Kürt ulusunun bunun muhatabı olduğunu söyleyebilmek, milli baskının sınıfsal baskı ya da sömürüyle karıştırılıp, geçiştirilmesi eğilimlerine de cepheden tavır almayı getirmiştir. Kaypakkaya’nın Kürt ulusu gerçeği karşısında ulaştığı kavrayış, egemen Türk milliyetçiliği çizgisinin tam cepheden reddi demekti.
Ulusal baskı ile sınıfsal baskı arasındaki farka işaret ederken bile bunun bilince çıkarılmasına çalışır. Türk egemen sınıflarının milli baskı politikasının kuyrukçusu durumundaki bütün eğilimlerle hesaplaşma olanağı veren bu duruş, Kaypakkaya’nın diğer azınlıklar sorununu görmesini de sağlar. Kürtlerden başka, başta Ermeniler olmak üzere Osmanlı’dan başlayarak ulusal zulme uğrayan, soykırıma uğratılan, sürülen, ulusal hakları zorla elinden alınan ulusal toplulukları sayar. Demek ki, ulusal sorunda egemen burjuvazinin ideolojik hegemonyasını iyice sallamıştır Kaypakkaya.
Milli baskının amacının ne olduğu üzerine yaptığı bir hesaplaşma, Kaypakkaya’nın ulusal sorun ama özellikle Kürt ulusal sorununda revizyonist ve egemen ulus milliyetçiliğinin kuyruğundaki eğilimleri açığa çıkarıcı olmuştur. “Amerikancı iktidarlar, ağır zulüm ve işkencelere Kürt halkını yıldırmak için girmişlerdir” diyen Şafak revizyonistlerini eleştirirken şunları söyler: “Elbette Amerikancı iktidarların bir amacı da Kürt halkını yıldırmaktır. Hatta onların, Türk halkı ve genel olarak Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Arap, Laz vb, bütün Türkiye halkı üzerindeki baskılarının amacı da halkı yıldırmaktır. Ama milli baskının amacı bu mudur? Öyle olsaydı Kürt burjuvazisine ve küçük toprak ağalarına yapılan baskı nasıl izah edilebilirdi? Kürtçeyi yasaklamanın ne anlamı kalırdı? Eğer öyle olsaydı, Amerikancı iktidarların Türk halkına uyguladığı baskıyla, Kürt halkına uyguladığı baskı arasında ne fark kalırdı? Bu amaç, en genel ifadesiyle ülkenin pazarlarının maddi zenginliklerinin rakipsiz hâkimi olmaktır. Yeni imtiyazlar edinmek, eski imtiyazları en son sınırına kadar genişletmek ve kullanmaktır. Bunun için hakim ulusun burjuvaları ve toprak ağaları, ülkenin siyasi sınırlarını muhafaza etmek yolunda, ayrı milliyetlerin yaşadığı bölgelerin ülkeden kopmasını her ne surette olursa olsun engellemek yolunda büyük çaba gösterirler. Ticaretin en geniş ölçüde gelişebilmesi için gerekli şartlardan biri dil birliğidir. Bu amaçla, hakim ulusun burjuvaları ve toprak ağaları kendi dillerinin bütün ülkelerde konuşulmasını ister ve hatta bunu zorla kabul ettirmeye çalışırlar. ‘Milli birlik’, ‘devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’, ‘toprak bütünlüğü’ şiarları, burjuvazinin ve toprak ağalarının bencil çıkarlarının, ‘Pazar’a kayıtsız şartsız hakim olma arzularının ifadesidir.”(15 – age, s. 266)
Buradan bakarak Kaypakkaya, Kürt burjuvalarının hareketinin demokratik muhtevasının gizlendiğine dikkat çeker. Onun işaret ettiği bu gerçeği, biz 1990’ların ilk yarısında kimi Kürt burjuvalarının ulusal isyanı desteklemeleri ve sömürgeciliğin onların hayatına bu yüzden kastetmesini görerek yaşadık.
Kaypakkaya, Şafak revizyonizminin, “Milli baskının asıl sahibinin emperyalizm” olduğundan dem vurup Türk egemen sınıflarını gözden kaçırmaya çalıştıklarını açığa çıkarır. Emperyalizmin güttüğü ırkçılık politikası ile Türk egemen sınıflarının güttüğü ırkçılık politikasını bilinçlice ayrıştırır: “Türkiye’de ırkçılık politikası, yerli hakim sınıfların politikasıdır. Burjuvazinin siyasi bakımdan en geri kesimlerinin ve feodalizmin politikasıdır. Emperyalizm, menfaatlerine elverdiği yerde, bu sınıfların ırkçılık politikasını kışkırtır ve destekler, elvermediği yerde bu politikanın karşısına çıkar.”(16 – age, s. 268)
Bu ayrıştırma çok güncel bir duruma işaret ediyor. Bugünkü “Türk ulusalcısı” olarak kendisini niteleyenlerin gerçekte ise ırkçı-faşizmin, şovenizmin “ulusalcı” tezahürü olanların anti-Amerikancı görünüp Kürt ulusal mücadelesine karşı saldırganlaşmalarının o günkü temellerini açığa çıkardığı için önemlidir. Pratikte gördüğümüz gibi, Ergenekoncuların darbe girişimleri ve Cumhuriyet mitinglerinin asıl hedeflerinden biri Kürt özgürlük mücadelesinin varlığıdır. Onların bu eylemlerinde, emekçileri Türk şovenizmiyle zehirleyerek bunu başarmaya çalıştıklarını tespit edebiliriz. Kızıl Elma Koalisyonu’nun ideolojik önderlerinden Perinçek, dün Kaypakkaya’nın işaret ettiği gibi ‘ırkçılığın asıl sorumlusu emperyalizmdir’ diyerek, Türk burjuvazisini gizlemişti. Bugün Türk milliyetçilerinin/ ırkçılarının, Kürt sorununda demokratik adil bir çözüm talebini dayatmış olan Kürt özgürlük mücadelesini emperyalizmin yedeğinde göstermeye çalışmaları aynı nedenledir. Irkçılığın asıl sorumlusu emperyalizm ilan edilince içerideki düşman gözden gizlenir ve hatta kardeş haline gelebilir. Bugünkü kesitte içerideki şovenlerin durduğu yer tam burasıdır. İşçi ve emekçilerin her ileri atılımında kışkırtma kokusu alanlar da böyledir.
Kürt Sorununda Ayrım Çizgisi
Kaypakkaya, dönemin bütün ideolojik siyasi önderleriyle, örgütleriyle de Kürt sorunu karşısındaki tutumları üzerinde bir hesaplaşmaya ve onları ulusal sorundaki Türk milliyetçiliklerini teşhire girişmiştir. İşte bunlardan bazıları: “Doğan Avcıoğlu feodal sopayı sımsıkı kavramış, azgın ve fanatik Türk şovenistlerinin dahi savunmaya cesaret edemeyeceği komando zulümlerini, ‘Bir Komando Subayı Anlatıyor’ (Devrim Gazetesi) başlıklı iğrenç tefrikasıyla müdafaaya kalkıştı” diyor ve savunmayı aktarıyor:
“Kadınları askerler aramaktadır. Kadınların aranmasında dedektör kullanılmaktadır. Ağaların dışında köylülerin herkesin gözü önünde dövüldükleri doğru değildir. Soyundurma ve toplu olarak halkı yerlerde süründürme iddiaları asılsızdır. Ancak bazı yerlerde silahlar ve kanun kaçakları teslim edilmeyince şüpheli kişilerin, etkili bir yol olan karısının ve kendilerinin soyundurulup teşhir edileceği tehdidiyle korkutulduğu doğrudur.”(17 – age, s. 270-271)
Kaypakkaya, Mihri Belli’den şu alıntıyı yapıyor: “Tarihi köklere dayanan Türklerle Kürtlerin arasındaki kardeşliğin, Türkiye’de ulusal birliğin, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün hangi biçimde olursa olsun baltalanması, hem Türklerin, hem Kürtlerin gerçek çıkarlarına aykırı sonuçlara varır ve dünyanın bu bölgesinde emperyalizmin durumunu güçlendirir.” Sonra soruyor: “Bu, hakim millet şovenizminin ta kendisi değil midir? Sözde milliyetlerin eşitliğinden yana görünüp gerçekte devlet kurma imtiyazını sadece Türklere tanıyarak, Kürtlerin devlet kurma hakkını ‘ulusal birlik’, ‘toprak bütünlüğü’ gibi demagojik burjuva sloganları ile ortadan kaldırmak, Türk burjuvazisinin imtiyazlarının savunuculuğunu yapmak değil midir?” (- age, s. 271) Gerçekten de öyle değil mi?
M. Belli’nin bugünkü Kürt özgürlük mücadelesini destekleyen bir aydın tutumu takınarak geçmişteki görüşünü tekzip etmiş olduğunu burada belirtelim. Ama bugün hala, örneğin TKP gibi, benzer yöndeki görüşleri savunan sosyal şoven yaklaşımlar mevcuttur.
Kaypakkaya yazının devamında, Kürt ulusunun devlet kurma hakkını savunma görevini amasız fakatsız açık seçik ortaya koyuyor: “Biz komünistler, hiçbir imtiyazı savunmadığımız gibi bu imtiyazı da savunmayız. Kürt milletinin devlet kurma hakkını olanca gücümüzle savunuruz ve savunuyoruz. Biz; bu hakka sonuna kadar saygılıyız, biz; Türklerin Kürtler üzerinde (ve başka milletler üzerindeki) imtiyazlı durumlarını desteklemeyiz, biz; kitlelere bu hakkı tereddütsüz tanımayı öğretiriz, devlet kurma hakkının herhangi bir ulusun tekelinde imtiyaz olmasını reddetmeyi öğretiriz.” Ve Lenin’den aktarmasını yapar: “Eğer ulusların ayrılma hakkı sloganını ileri sürmez ve onu savunmazsak, o zaman ezen ulusun sadece burjuvalarının değil, ama feodal derebeylerinin ve despotizminin de oyununa gelmiş oluruz.”(- age, s. 272)
Bu kadar açık; Kaypakkaya, bugün, ulusal devrimin ortaya çıkardığı yalın gerçekler karşısında bile “ama ayrılık da yanlış” demeyi sürdüren, ayrılma hakkını binbir şarta bağlayarak imkânsız hale getirmekle uğraşan aydınları 38 yıl önce teşhir tahtasına şöyle çivilemişti: “Türkiye’de milli baskının şampiyonları ve onların suç ortakları.”( – age, s. 273)
Kürt ulusal sorununu tarih içinde de inceleyen Kaypakkaya, Lozan Barışı’nın Kürdistan’ın bölünmesini sağlayarak, kendi kaderini tayin hakkını gasp ettiğini vurgulamaktadır: “Lozan Anlaşması, Kürtleri çeşitli devletler arasında parçaladı. Emperyalistler ve yeni Türk hükümeti, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını çiğneyerek, Kürt milletinin kendi eğilimini ve isteğini hiçe sayarak sınırları pazarlıkla tespit ettiler.” ( – age, s. 280)
Kaypakkaya burada, Stalin’in ifadesine atıfta bulunarak bu tarihi haksızlığın giderilmesinin komünist parti programına konmasına karşı çıkar. Hatta bu noktada biraz daha ileri gider, şöyle der: “Türkiye’deki komünist hareket, ancak Türkiye sınırları içindeki milli meseleyi en iyi, en doğru çözüme bağlamakla yükümlüdür. Irak ve İran’daki komünist partileri de milli meseleyi kendi ülkeleri açısından en doğru çözüme kavuştururlarsa söz konusu tarihi haksızlığın hiçbir değeri ve önemi kalmayacaktır.”(- age, s. 280)
Kaypakkaya’nın bu yaklaşımını, tıpkı İrlanda ve İngiliz işçi sınıfı arasındaki ilişkide olduğu gibi önce hayat boşa çıkardı. Türkiye’de komünist partisi (Irak’ta ve İran’da da) Kürt ulusal sorununu doğru bir çözüme kavuşturamadan Kürt ulusu yeniden ayaklandı, bağımsızlık dahil, bütün ulusal taleplerini öne sürdü. (Bugün bağımsızlık talebini geri çekmiş olsa da kavga sürüyor, nasıl karara bağlanacağı da henüz belli değil.) İkinci olarak, komünist hareket zaman içinde bu bakış açısını aşarak, Kürt sorununda bölgesel demokratik ve sosyalist federasyon formülüne ulaştırmıştır. Keza, Kürdistan’ın dört parçasının birleşme hakkı da komünistlerin programında savunulmaktadır.
Devam edelim. Türk Cumhuriyeti’nin Kürt ulusuna karşı başından itibaren uygulaya geldiği inkar ve imha siyasetini, buna karşı gelişen ulusal isyanları ele alan Kaypakkaya, söz konusu isyanları değil de Kemalist iktidarı destekleyen TKP’yi eleştirir: “TKP yanlış bir politika izlediği için, Türk hakim sınıflarının milli baskı politikasını kayıtsız şartsız destekledi. Kürt köylülerinin milli baskılara duyduğu kuvvetli ve haklı tepkiyi proletarya önderliğinde birleştirmek yerine, Türk burjuva ve toprak ağalarının peşine takıldı, böylece iki milliyetten emekçi halkın birliğine büyük zarar verdi. Kürt emekçileri arasında Türk işçi ve köylülerine karşı güvensizlik tohumları saçtı.”(- age, s. 282-283)
Kürt isyanlarını bastırmayı “ilericilik, feodalizmin tasfiyesi olarak alkışlayanlar iflah olmaz hakim ulus milliyetçileridir” diyen Kaypakkaya, Şeyh Sait ayaklanmasının arkasında İngiliz parmağı arayanlara verdiği cevapta, böyle bile olsa, komünistlerin görevlerini şöyle sıralıyor: “Birinci olarak, Türk hakim sınıflarının Kürt milli hareketini zorla bastırma ve ezme politikasına kesinlikle karşı çıkmak, buna karşı aktif bir şekilde mücadele etmek, Kürt milletinin kendi kaderini kendisinin tayin etmesini istemek, yani, ayrı devlet kurup kurmamaya bizzat Kürt milletinin karar vermesini istemek. Bu pratikte, dışarıdan müdahale edilmeksizin, Kürt bölgesinde genel oylama yapılması, ayrılma veya ayrılmama kararının bu yolla veya buna benzer bir yolla bizzat Kürtler tarafından verilmesi anlamına gelir. Kürt hareketini bastırmak için yollanan bütün askeri birliklerin geri çekilmesi, her türlü müdahalenin kesinlikle önlenmesi, Kürt milletinin kendi geleceği hakkında kesin karar vermesi, komünist hareket birinci olarak bunun için mücadele eder.
İkincisi; İngiliz emperyalizminin müdahale politikasını, her milletten emekçilere verdiği zararları kitlelere teşhir eder” diyor. (24 – age, s. 283-284)
Doğan Avcıoğlu’nun emperyalizm iddiasına sarılmasını da ibret verici bir durum olarak teşhis ediyor: “Bir milletin kendi kaderini tayin hakkı, emperyalizme alet oldukları ya da olabilecekleri iddiasıyla kısıtlanamaz ya da ortadan kaldırılamaz; böyle bir iddiayla bir milletin ‘ezilmesi ve gadre uğraması’ savunulamaz.”( – age, s. 285)
Kaypakkaya, “Proletaryanın milli meseledeki temel şiarı, her şart altında aynıdır” diyerek, bu pasajın altına Lenin’in şu sözlerini ekler: “Bir millet ya da dil için imtiyaza hayır! Bir milli azınlığın en ufak ölçüde dahi olsa ezilmesine ya da gadre uğramasına hayır!”( – age, s. 285)
Kürt ulusal hareketinin demokratik muhtevası, bunu komünistlerin kayıtsız şartsız destekleme görevleri, hareketin burjuva önderliğinin “olumlu ve olumsuz eylemleri”ne karşı farklı tutumlar geliştirilmesi gerektiği üzerine Lenin’e dayanarak yazdıkları da, Kaypakkaya’nın soruna yaklaşımındaki derinliği yansıtmaktadır.
Kaypakkaya, ayrılma ve ayrılma isteği karşısında komünistlerin tutumlarını iki boyutlu olarak ele alıyor. Önce kendi kaderini tayin hakkının sağa sola çekilmesine, esnetilip yumuşatılmasına karşı çıkıyor. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, doğru olarak, ayrılma hakkıdır; ezilen ya da sömürge ulusun ayrılıp ayrı devletini kurma hakkıdır. Ulusu halka çevirip kendi kaderini tayin hakkının iğdiş edilmesine karşı durduğunu daha önce belirtmiştik. Şimdi de kendi kaderini tayin etmekten, birlikten yana davranmak gibi sonuçlar çıkarılmasına, ya da bunun bir ulusa dayatılmasına şiddetle karşı çıkmaktadır:
“Üçüncüsü, Kürt ulusunun ayrılmasını ‘bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar’ bu pasaj yazının içinde Lenin’den alıntıdır bizzat ayrılmayı destekleme veya desteklememe yolunda karara varırdı. Eğer ayrılmamayı proletaryanın sınıf menfaatlerine uygun buluyorsa, Kürt işçi ve köylüleri arasında bunun propagandasını yapardı; özellikle Kürt komünistleri kendi halkı arasında birleşmenin propagandasını yapardı, ayrılma yönünde karar verirse, Türk komünistleri buna razı olur, ayrılma isteğinin karşısına zor çıkarma eğilimleriyle kesin olarak mücadele ederdi.” ( – age, s. 285)
Gelecekteki bir olasılık olarak ayrılma halini tartışan Kaypakkaya, Kürdistan’da mücadelenin daha hızlı gelişme olasılığına da işaret ederek ve o takdirde, “sınıf bilinçli proletarya ayrılıktan yana davranır,” diyor: “Eğer komünist partisi, Kürt ulusunun ayrılmasının proletaryanın menfaatleri açısından faydalı olacağına karar verirse, mesela ayrılma halinde Kürt bölgesinde devrim imkanı artacaksa, o takdirde komünist hareket bizzat ayrılmayı savunurdu; hem Türk işçi ve emekçileri arasında, hem Kürt işçi ve emekçileri arasında ayrılmanın propagandasını yapardı. Her iki halde de, Türk işçi ve emekçileriyle Kürt halkı arasında sıcak ve samimi bağlar doğardı. Kürt halkı, Türk halkına ve komünistlere büyük bir güven ve dostluk duygusu beslerdi. Halkların birliği pekişir, devrimin başarısı kolaylaşırdı.”( – age, s. 284-285 ) derken ne kadar da doğru bir noktadan geçtiğimiz 15-20 yılın güncel tartışmasına ışık tutuyor. Devrimci demokrasinin değişik bileşenlerinin Kürt ulusal devrimini anlamadan, görmeden ya da kabullenemeden geçirdiği zamanı düşününce insan şaşıp kalıyor. Üstelik bunların içinde, Kaypakkaya’nın “sadık izleyicileri”nin olması daha da düşündürücü.
Bu ideolojik ve politik saflaşmada arada duranların, Şefik Hüsnü’den beri TKP’nin Kemalizm kuyrukçuluğunun vardığı noktada da ondan çok farklı değil. Türk şovenizminin Batı’da linç siyasetini pratikleştirmesi karşısında elleri böğründe ve seyirdeler. Tarih içinde yerleri Kürt halkının kıyımı suçlarının örtbas edicileri, kafa sallayıcıları olarak kesinleşmiştir.
Ulusal sorunu bütün boyutlarıyla inceleme ve sunmaya girişen Kaypakkaya’nın ele alış ve irdelemelerinde her şey eksiksiz değildi. Mesela, Stalin’in serbest rekabetçi dönem için öne sürdüğü “ulusal sorunun özünde pazar sorunu olduğu” tezini, emperyalizm döneminde, yani ulusal sorunun sömürgeler genel sorunu olduğu dönemde de geçerli sayması gibi. Ayrıca onun, Kemalizm’in halk ve Türk ulusu dışındaki ulus ve ulusal azınlıklara gerici ve inkarcı katliamcı çizgisinden hareket ederek sınıf bileşimini komprador burjuvazi olarak tespit etmesi- ulusal reformist burjuvazide karşı devrimcidir- , bu noktada teoriyi zorlama, Stalin ve Şnurov’u hatalı yorumlayan bir yanlışıdır. Yine Kaypakkaya yoldaşın bu yönlü hatalı değerlendirmeye yönelmesinde Lenin yoldaşın değerlendirmesine göre, Kemalizm’i, ulusal burjuvazinin reformist kesiminin temsilcisidir ve anti-emperyalist ve devrimci olmaktan uzak, kendi sınıfsal çıkarları gereği bir halk devrimine karşı, emperyalizm ile uzlaşma-anlaşma içinde olarak devrimi boğan Türk ticaret burjuvazinin ve toprak ağalarının temsilcisidir” yani Kemalist hareketi “ulusal devrimci değil ulusal reformcudur “ haliyle ulusal reformcu Kemalist hareketin karşı-devrimci bir hareket olarak değerlendirmesi gerekirken, Kemalist hareketi başından itibaren komprador burjuvazinin temsilcisi bir hareket olarak değerlendirmesi ulusal burjuvaziye yaklaşımı ile bağlantılı bir durumdur.
Keza emperyalizm ile el altında anlaşarak kurulan TC devleti sömürgecilik yerini göstermelik siyasal bağımsızlık bağlamında yarı-sömürgeciliğe bırakmış ve 1919-1921 yılları arasında Kemalizm güdük anti-emperyalist bir hatta durmuştur.
Ancak tüm bu hatalı değerlendirme ve eksiklerinden daha önemli olarak, onda esas olan, Kemalizm’i cepheden tutum alarak mahkum etmesi ve Kemalizm ile tümden köprülerin atılması, tabuların kırılması doğru devrimci yaklaşımını gölgelemez.
Yine Kaypakkaya yoldaş diğer devrimci ve ilerici akımların Kürtleri bir ulus olarak bile görmedikleri koşullarda ezilen bağımlı Kürt ulusu gerçeğini görmesi, ulusal haklarının meşruiyeti ve bunun komünistlerce hiçbir koşula bağlanmaksızın savunulması gerektiğini ortaya koyabilmesi, buna sadık bir pratik çizgi izlemesi, her türlü revizyonist, oportünist inkarcı duruşla da hesaplaşmasıdır.
Kaypakkaya’nın, sorunu tartışırken ezen ulus ile ezilen ulusun görevlerini, Lenin’in izinden giderek ayrıştırdığını da bu tabloya eklemeliyiz. Sonraki süreçte, hatta son ulusal ayaklanmada ardılları tarafından hiç hatırlanmayıp gündeme getirilmeyen iki önemli tutum daha var. Kaypakkaya’da. Biri, ezen ulus komünist‘inin görevleri, ezilen ulus komünist’inin görevlerinin farkına dair fikirleridir. Lenin’in bu noktadaki görüşlerini kendi coğrafyasında, Kürt sorununa uyarlayan Kaypakkaya, o gün olmasa bile günümüze büyük bir ışık tutmuştur. İkinci konu da; komünistlerin ezilen ulus burjuvazisinin olumlu-olumsuz eylemi karşısındaki tavır farkına dikkat çekmesidir. Birinci tutum günümüzde ulus sorununda sosyal şoven yaklaşımları suçüstü yakalamanın halen geçerli birer anahtarıdır. İkincisi, komünistlere ezilen ulus burjuvazisinin kendi sınıf çıkarlarını güvencelemesine karşı ideolojik mücadele görevine işaret etmekte ki, bu da öneminden bir şey yitirmiş değil.
Kaypakkaya, at izinin it izine karıştığı Kemalizm hayranlığının dorukta olduğu Kürt sorununda inkarcılığın egemen olduğu kaotik bir dönemde Kemalizm’in devrim ve sosyalizmin bağımsızca gelişmesinin önünde engel olan en önemli ideolojik akım ve Kemalistlerin iktidarı elinde tutan politik akım olduğunu görmüş ve Kürtlerin ulus olduğunu gerçekliğinden hareket ederek amasız fakatsız Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunmuştur. Haliyle coğrafyamızda komünist bir hareketin öncelikle Kemalizm’den kesin ve köklü bir kopuş yaşaması için güçlü bir mücadele vererek, resmi devlet ideolojisi Kemalizm kuşatmasını yarmış ve proletarya enternasyonalist bir çizgide Kürt, Ermeni ve çeşitli ulusal azınlıklar sorununa dikkat çekmiş, tabuları kırıp yol açarak komünist hareketin ayakları üzerine dikileceğini ortaya koymuştur.
Halkın Birliği Devrimci Halkın Birliği