DEĞİŞEREK DEĞİŞTİRMEYİ ÖĞRENMELİYİZ..!

Öğrenmenin tarihi insanlık tarihi ile eşittir. Doğayla karşı karşıya gelen insan, hayatta kalabilmek için, doğayı tanıması, onun sırlarını çözmek zorunda kalmıştır. İnsan toplumu, bu yaşama mücadelesi içinde geniş bir bilgi birikimi elde etmiş ve bu bilgileri sonraki nesillere aktarmıştır. Bu bilgi birikimi, insanların düşünce yeteneğini de geliştirici olmuştur. Yani; insan yaşamı ile öğrenme iç içedir. Ancak, bir çoğumuz okuma, öğrenme üzerine fazla kafa yormayız. Gençlik olarak niçin okumalıyız, niye okumalıyız, nasıl okumalıyız? Bunları pek düşünmeyiz. Oysa bizler, yaşamın anlamını çözebilmek için okumalıyız. Boş boş yaşamamak için, hayattan tatabilmek için okumalıyız. Gerçek insan olabilmek için okumalıyız. Tabii burada neyi okumamız gerektiği de kendiliğinden ortaya çıkar. Biz, içinde yaşadığımız toplumu anlatan, sadece bugünü değil yarını da aydınlatan kitaplar okumalıyız. Için de yaşadığımız toplumu kavramadığımız zaman, sürekli yüz yüze olduğumuz gerçeklikleri kavrayamadığımız ya da yanlış kavradığımız zaman yaşamın anlamını çözmek mümkün değildir. Bu halimizle gözü açılmamış kedi yavrularına benzeriz. Tabii bizim kedi yavrusu gibi olmamızı isteyenlerin de olduğunu unutmamalıyız. Hadi canım sende, bu da nerden çıktı demeyin.Tarihte, içinde milyonlarca kitabın bulunduğu kitaplıkların yakıldığını biliyoruz. Yine ülkemizde yüzbinlerce kitabın SEKA’ya gönderilip kağıt yapıldığını, yasaklandığını biliyoruz. Ortaçağ’da, değirmen taşlarını çeviren atların gözlerini çıkarırlarmış dışarıyı anlamasın, huysuzlaşmasın diye. Bizlerin de bazı şeylerin farkına varmamızdan, aydınlanmamızdan korktukları için kitapları yakıyorlar, beyinlerimize zincir vurarak kör etmeye çalışıyorlar. Doğru bilgilerin, yeni bilgilerin insanların önünü aydınlatacağı, yarınlara ışık tutacağı ortadadır. Kuşkusuz ki, milyonlarca kitabı yakanlar da yarının aydınlanmasını istemeyen, durağanlığı savunan, toplumun ileriye gitmesini istemeyen insanlardır. Onlar kendi sömürü düzenlerinin değişmesini, bozulmasını istemezler insanlığın aydınlanmasını istemezler. Çünkü bilirler ki, insanlar aydınlanırsa, toplumu, dünyayı, yaşamı kavrarsa, başkalarının sırtından geçinemeyecekler ve Iüks içinde, şatafat içinde yaşayamayacaklardır. Biraz daha detaylandırırsak, onIar başkalarının emeğini sömürdükleri sürece vardırIar ve bu sömürülerinin ortadan kalkması demek onların yok olması demektir. Onlar yok olmamak ve kendi varlıklarını korumak için ellerinden gelen her türlü şeye başvururlar. İnsanların aydınlanmasını engellemek için ,insanlığın birikimi olan kitapları yaktıkları gibi. İnsanların kafasına kendi istedikleri şeyleri doldururlar. Beyinleri esir alırlar, felç ederler. Bizi alternatifsiz bırakmaya çalışarak dar bir dünyaya hapsederler. Tabii bunları yapabilmek için egemen olmanın verdiği güçle çok geniş olanaklar kullanırlar. Onlar sadece kendi çıkardıkları gerici içerikteki kitaplara değil, aynı zamanda, televizyona, günIük basına sahiptir. Yani, insanları yönlendirmenin bütün araçlarına sahiptirler. İspanya’nın gerici faşist lideri Franko’ya, nasıl 40 yıl iktidarda kalabildiğini sormuşlar. ” Bunu üç şeye. Futbol, seks ve boğa güreşlerine borçluyum” demiş. Bu durumu kendi ülkemizde de görmemiz mümkün. İnsanlar kendi sorunIarını unutmak, deşarj olmak için zorla bulup buluşturup bilet alarak futbol maçlarına gidiyorlar. Yine fuhuş, ülkemizde devlet tarafından bir sektör haline getirilmiştir. Devlete en çok vergiyi veren genelev patroniçesidir. Kadınların vücutlarının ,insan bedeninin para için kullanılması bile kanıksanır olmuştur.( ki, devlet patroniçeye plaket bile verir. Bir çok insan da “Ne kadar vatansever bir kadın” diye düşünür. Yine, yedi kez şapkasını alıp giden bir başbakan sekizinci kez seçilir. Ya da gözümüzün içine baka baka “ben seçimden önce zam yapacak kadar enayimiyim” diyen biri ölünce arkasından methiyeler dizilir. Ya da insanların evlerde, sokak ortasında kurşuna dizilmesine, binlerce köyün yakılmasına ses çıkarılmaz. Ne de olsa onlar teröristtir, dış desteklidir. Aslında bu konuda yazılabilecek o kadar çok şey var ki, buna kitapların bile yetmeyeceği ortadadır. Ama biz yine de birkaç noktaya daha değinelim. Mesela, okullarda ilkel toplum, feodal toplum, köleci toplum kısmen de olsa okutulur. Ancak, bu toplumların niye birbirine dönüştüğü okutulmaz. Çünkü, bu düzenin de değişebileceği kanısının uyanmasını istemezler. Yasayı ya da anayasayı kutsal, dokunulmaz bir şey olarak gösterirler. Ama yasaların bir güç sorunu olduğu, yani kim güçlüyse yasaları onun yazacağını öğretmezler. ’71 Anayasası’nı K. Evren ‘8O’de bozduğunda kim sesini çıkardı? Kimse. Yine, devletin dokunulmaz bir otorite olarak herkesin yararına çalıştığı anlatılır. Ama devletlerin insanlık tarihinde ne zaman ortaya çıktığı es geçilir. Zaten devletin gerçekte kimlere hizmet ettiği, kimlere baskı uyguladığı günlük yaşamda da görülüyor. Felsefe, bizlere uğraşılması çok zor bir iş olarak, felsefeyle uğraşmayı da kafayı yemiş insanların işi olarak öğretilir. Gerçekten birçok insan böyle bilir. Felsefenin dünyayı yorumlama ihtiyacından çıktığını öğretmezler. Çünkü, insanların dünyayı yorumlamasını istemezler. Liselerde, biyoloji dersinde yaratılış görüşü anlatılır. Gözümüzün içine baka baka, birer bilim olan tarih, coğrafya dersleri millileştirilir. Sanki bilimler milletlere özgüymüş, evrensel değilmiş gibi. Bütün bunlara biraz şüpheci yaklaşarak araştırdığımızda, insanların bilinçlerinin hemen her konuda çarpıtılmakta,beyinlerinin içinin boş, kof, saçma sapan bilgilerle, doldurulmakta olduğunu çarpıcı bir şekilde görürüz. Insanların nasıl olup da bunlara aldandığını, gerçekleri göremediğini düşünürüz. Hatta bazılarımız daha da ileri gidip, insanlara nasıl olup da gerçeklerin farkına varmadıkları için kızabilir de. Ama aslında şaşmamak gerekir. Çünkü, bir toplumda egemen olan düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir. Onlar, egemen olmanın verdiği güçle insanları yönlendirirler. Onlar, bu yönüyle çok güçlü görünmelerine rağmen, gerçekte güçsüzdürler. Belki bugün için toplumun bilinçlerini bulandırarak sömürü düzenlerini korusalar da, sonuçta toplumların hep ileriye gittiği, gideceği ortadadır. Toplumun gözüne çekilen sis perdesi sonsuza kadar duramaz. Bizler yeniliğe açık, araştırıcı olduğumuz zaman özgürleşebiliriz. Kendi hayatımızı kendimiz yaşarız. Kendi çizgimizi kendimiz belirleriz. Ama bunlar söylendiği gibi kolay değildir. Toplumumuzda, birçok insanın yeni fikirlere objektif olarak kapalı olduğu bir gerçek. Hatta bu durum öylesine ağır ki, okumak, araştırmak, öğrenmek isteyen arkadaşlarımızda bile bazen aile ve çevre baskısıyla yüz yüze geldiği zaman geri adım atma görülebiliyor. Düzen insanları öyle bir hale getirmiş ki, yeni fikirleri araştırma, öğrenme sanki meşru bir hak değilmiş gibi, bunların gizli yapılması gerektiği düşünülebiliyor. Onun için, öncelikle araştırmanın, öğrenmenin, yeni fikirleri benimsemenin meşruluğu, haklılığı hatta zorunluluğu kavranmalıdır. Bunlar gerçek insan olmanın koşulu olmalıdır. Egemenlerin, her türlü bilinç bulandırmalarına, gerçekleri çarpıtmalarına rağmen, toplum sonuçta hep ileriye gider. Bizler ileri giden tarih içerisinde kendimizi tarihin akışına uygun konumlandırabilmek gericiliğe hizmet etmemek gerçek tarihsel insan olabilmek için okumalıyız. Okumaya başlamak kuşkusuz bütün bunları başarabilmenin, dünyayı yorumlama ve değiştirme eyleminin bir aracıdır. Yani amaç degildir. Ancak, biz bu aracı ne kadar iyi kullanırsak ya da kullanmayı öğrenirsek amacımıza o kadar çok uygun hareket etmiş oluruz. İnsanların okumasından, araştırmasından korkan burjuvazi, okuma tekniği konusunda da beyinlere zincir vurmuştur . İşte bunun için, okuma tekniğini iyi bilmemiz, ondan en iyi şekilde de yararlanmayı başarabilmemiz gerekiyor. Daha ilk başta, okuma yazma öğrenirken bile, kişi zincire vurulur. Herşeyi, bize verildiği şekliyle almamız sağlanır. Öğretmen tahtaya önce bir işaret (örneğin -S-) çizer, sonra bizim onu telaffuz etmemizi ister. Bize,o sesin sadece o işarete ait olduğu fikri verilir. Aynı sesin, başka işaretlerle (örneğin -F- ile) ifade edilebileceğini düşünemeyiz.Böylece birtakım kalıplar, şemalar bize kesenkes reddedilemez şeyIermiş gibi kabul ettirilir. Yazılar, somut şeylerin ya da somut durumların soyutlanmış halidir. Bunun için yazı okurken, her bir kelimenin somut şeylere tekabül ettiği bilince çıkarılmalıdır. Eğer bu somutluğu kavramazsak okuduğumuz yazıyı yeterince kavrayamayız. Deyim yerindeyse okur geçeriz. Onun için kelimelerin, cümlelerin hakkını vererek, onları somutlayarak okumalıyız. Bu noktada çoğumuzun eksikliği olduğu bir gerçek. Bilincinde olunmasa da okumuş olmak için okunuyor. Bu durumda da verim büyük oranda düşüyor tabii. Verimsizlik sadece okunan konunun yüzeysel anlaşılmasıyla kalmıyor, uzun süreli olduğunda, bu yüzeysel bilgiler birikim yaratmanın önüne de geçiyor. Yani, çok kitap okunduğu halde sistemli bir birikim yaratılamıyor. Konuların, dünyayı yorumlama ve değiştirmemizde önümüzü aydınlatan birer ışık olması için, onların maddi dünyanın bir yansısı olduğunu unutmamalıyız. Daha da somutlaştırmaya çalışırsak, okuduğumuz konu, bir film seyrediyormuşuz gibi beynimizde canlanmalıdır. Bunu başarabilmenin kolay olmadığı doğrudur. Çünkü, küçüklükten beri beyinlerimiz belirli kalıpları, şemaları düşünmeden hazırlop almaya, ezberciliğe alıştırılıyor. Eğitim sistemi baştan sona ezberci bir biçime sahip. Sözel derslerin ‘larında sayısal dersler de ezbere dayalı veriliyor. Orneğin integral, türev vb. gibi somut şeylere dayanan konuları, iyi not alan öğrenciler bile, pratikte ne işe yaradığını ya da hangi somut olgudan çıktığını bilmiyorlar. Bütün bunlara rağmen, bizIer eğitim sisteminin bütün bu köreltici etkilerine karşı da uyanık olmalıyız. Okuduğumuz konudan en yüksek verimi nasıl alabilirim diye düşünmeliyiz. Verileni olduğu gibi almak yerine, bir takım doğruların hangi koşullar içerisinde doğru olduğunu, aynı doğruların ne zaman geçersiz olacağını, diğer konularla bağlantısını düşünerek konunun kendi iç bütünlüğünü bilince çıkartarak okumalıyız. En azından bunu hedeflemeliyiz. Bütün bunlar kendimizi geliştirmek, okumayı dünyayı değiştirme eylemiyle bir arada yapmak için atılmış bir adımdır. Bunu, okuyacağımız konuları kendi ihtiyacımıza göre seçerek, düzenli periyotlarla okumayla izlemeliyiz. Konunun kendi ihtiyacımıza göre seçilmesi ilgiyi artırıcı bir rol oynayacaktır. İlgi, okunan konuda alınan verimin artırılması için önemlidir. Örneğin, sanata ilgi duyan bir arkadaşımız, sanatla ilgili yazıları diğer konulara göre daha çabuk kavrar. Bir dergiyi okuduğunda en çok sanatla ilgili bölümler aklında kalır.Düzenli ve periyodik aralıklarla okuma, kavrayışın derinleşmesi ve gelişimin sürekliliğini sağlayacağı gibi, öğrenilen bilgilerin unutulmasını öneyecektir. Düzenlilik tutturulamadığında herşeyden biraz anlayan, ama hiç bir konuyu ayrıntılı bilmeyen insanlar oluruz ki, bu da seviyeyi düşürücü bir etkendir. Düzenli okuma, temel konuların yanında, güncel konuları da içermelidir. Temel konular, günceli kavramada, gelişen olaylara hakim olabilmede yol gösterici olmalıdır. içinde bulunduğumuz anın özgünlüğünün gerekleri kavranmadığında tıkanıklık yaşanacak, gerilemeler başlayacaktır. Bundan dolayı, düzenli okuma alışkanlık haline getirilmelidir. Kolay gibi görünmesine rağmen, düzenin bizlere tembellik, rahatsızlık aşıladığını düşünürsek bu zor bir iştir. Bir çoğumuzun düzenli kitap okuma alışkanlığı edinemediği bir gerçek. Ama dünyayı değiştirmek gibi bir sorunu olan bizler,bu noktada kendimizi zorlamalıyız. Bu konuda kendisini değiştiremeyen bireyin dünyayı ne kadar değiştirebileceği ortadadır. Bundan dolayı, bizler bu konuda kendimizi aşmak için yöntemler belirlemeliyiz. Kendimize kitap okumak için uygun ortamlar yaratmaya çalışmalıyız. Eğer zamanın bizi yönlendirmesine izin vermezsek, onu biz yönlendirirsek, bu alışkanlığı kazanacağımız kesindir. Gelecek, kendisini yenilemede inatçı olan devrimci gençlerin omuzlarında yükselecektir.