25 kasım 1960 tarihinde Dominik Cumhuriyetinde
Trujilo rejimi döneminde, Sosyal Değişim Hareketimden üç kadın (Mirabal
Kardeşler) arabalarından zorla indirilerek vahşice öldürüldüler. Bu olay, Latin
Amerikalı ve Karaipli kadınlar tarafından, kadınlara yönelik cinsel şiddetin
simgesi olarak değerlendirildi ve dünya çapında kabul gördü. 25 kasım dünya
çapında şiddete taciz ve tecavüze karşı karşı her ülke kendi özgülünde etkinliklerle
mücadelenin yükseltildiği günlerden biri olarak dünden bugüne yaşatıldı
,yaşatılıyor.25 Kasım Uluslararası Kadına Yönelik Şiddete Karşı Dayanışma Günü
uzun yıllardan bu yana dünyanın genelinde yaşatıla geliniyor.
Neki, Mirabel kardeşlerin katledilmesinden bu yana 62 yıl geçti, ama hala kadınlar
şiddete, tecavüz ve tacize maruz kalıp, hunharca katlediliyorlar.
Çünkü kadına yönelik şiddetin kaynağı özel sistemdir. Tarihsel sürece şöyle bir
baktığımız karşımıza kadın cinsinin ezilmesi ve cinsel olarak tecridi özel
mülkiyetin ortaya çıkmasıyla aynı zamana rastladığını görürüz. Aile içinde mülk
sahibi erkekle mülksüz kadın arasındaki çelişki, kadın cinsinin ekonomik
bağımlılığı ve toplumsal hak yoksunluğunun temeli olmuştur. Kadının toplumsal
ve ekonomik bağımlılığı bir kez başladıktan sonra, ailenin kutsallığı, kadının
geriliği ve zayıflığı yüzyıllar boyu temel bir dünya görüşü haline gelmiş;
bunun üstüne bedeni, ahlaki ve ruhi bir baskı sistemi inşa edilmiştir. Tarihle,
felsefeyle, toplum bilimle, biyolojiyle desteklenen, ideolojik olarak durmadan
yeniden üretilen bir sistemdir bu.
“Kadınların tarihi her şeyden evvel baskı altına alınışlarının ve bunun
gizlenişinin tarihidir” Kadınlar bu tarihi süreçte, toplumdan eve, kamusaldan
özele, özerklikten bağımlılığa sürülmüşlerdir. Böylece Clara Zetkin’in dediği
gibi; dünya erkeğin evi, ev kadının dünyası sayıla gelmiş; iki cins dünyayı
eşitlik içinde paylaşamamışlardır. Kadının toplumsal statüsü ve özellikleri
doğa vergisi sayılarak insan soyunun kafasına içselleştirilmiştir. Böylece
ataerkil ideoloji doğallık kılıfı ile meşrulaştırılmıştır.
Gücün ve bereketin timsali kadın, ancak mitolojik bir figür olarak kalmıştır.
Özel mülkiyet sisteminin tesis edilmesinden bu yana kadınlar, toplumun onlara
yüklediği rolden ötürü doğumdan ölüme, savaş zamanında olduğu kadar barış
zamanında da; devlet, toplum ve ailelerinin ellerinde şiddet ve ayrımcılığa
maruz kalıyorlar. Birleşmiş Milletler tarafından Kadının fiziksel, cinsel veya
psikolojik zarar görmesi ile veya acı çekmesi ile sonuçlanan veya sonuçlanması
muhtemel olan, baskının tehdidini, baskıyı ya da özgürlüğün keyfi
engellenmesini de içeren ister toplum önünde ister özel hayatta meydana gelmiş
olsun, cinsiyete dayalı her türden şiddet, kadına yönelik şiddet olarak tanımlanmaktadır.
Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi kadına yönelik şiddet fiziksel, cinsel,
psikolojik veya ekonomik olabilmektedir.
Şiddetin kaynağı, cinsler özelinde güçlünün güçsüze iktidarını kabul ettirmek,
bu iktidarı sürdürmek veya perçinlemek amacı ile uyguladığı her türlü baskıdır.
Kadına yönelik şiddet, diğer şiddet ve tahakküm biçimleriyle iç içe geçerek her
toplumsal evrede kendini yeniden üretmektedir. Bu nedenle cinsiyetçi ataerkil
bir tahakküm biçiminin kurucu unsuru olarak kadına yönelik şiddet, ne mevcut
diğer tahakküm biçimlerinden soyutlanabilir, ne de onlara indirgenebilir. Bu
şiddet biçimlerinin hepsi bir arada veya tek başına; ailede, içinde yaşanılan
toplumda, veya devletin kadınla ilişkisinde doğrudan gerçekleşebilir.
Kadına yönelik şiddette fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik zor kullanma
iç içe geçmiştir. Aile içi şiddet ise evlilikte ırza geçme, ensest, kız
çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesi ve ayrıca zorla evlendirme gibi
biçimler alabilir. Cinsel tacizden tecavüze uzanan cinsel şiddet biçimlerine,
gelenek ve göreneklerden kaynaklanan ve coğrafyamızda sık görülen namus
cinayetleri gibi şiddet biçimleri eklenebilir. Devletin ilişkili olduğu şiddet
biçimlerinin en bilineni ise, gözaltında yaşanan cinsel taciz ve tecavüzler ile
bir kirli savaş yöntemi olarak taciz ve tecavüzlerdir.
Türkiye’de; kadınların %79’u fiziksel şiddete, %52’si sözel şiddete, %29’u
duygusal şiddete, %18’i ise ekonomik şiddete maruz kalmaktadır. Türkiye’de
evliliklerinin ilk 3 yılında üniversiteli kadınların %73’ü, gecekonduda yaşayan
kadınların %90’ı şiddete maruz kalmaktadır. Türkiye’de erkeklerin %45’i,
kadının kendisine itaat etmemesi halinde “dövme hakkı” bulunduğuna inanırken,
%23’ü de eşine “tecavüz” etmektedir. Şiddet gören kadınların %80’i şiddetle ilgili
olarak hiçbir şey yapılamayacağını düşünmektedirler. Üstelik şiddete maruz
kalan bu kadınların neredeyse yarısı da, erkeğin bu konuda haklı olduğuna
inanmaktadır.
Yine veriler Türkiye’de , ailelerin yüzde 34’ünde fiziksel şiddet, yüzde
53’ünde sözlü şiddetin uygulandığı ve ev içi şiddetin yoğun olarak yaşandığı
açıklanmıştır. Bu ankette evli kadınların %39’u kocaya karşılık verme, yemeği
yakma; %27’si parayı gereksiz yere harcama, %23’ü çocuk bakımını ihmal etme gibi
durumlarda bir kocanın karısını dövmesini haklı bulmaktadır. Öte yandan 15-44
yaşları arasındaki kadınlarda evdeki şiddet, en önemli yaralanma nedenidir.
1985 yılında “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”ni
imzalayan Türkiye, bu sözleşmenin gereklerinin pek çoğunu yerine getirmemiştir.
Türkiye’de kadınlar ailenin bir parçası, çocukların annesi, bir erkeğin karısı
veya birinin kızıdır; ama bağımsız bir birey değildir. Nitekim kadınları
şiddete korunan İstanbul sözleşmesi Saray iktidarınca iptal edilerek kadınları
daha fazla şiddete maruz kalması ve katledilmesine onay verildi.
Saray iktidarınca kendi bedeni üzerinde söz hakkı tanımayarak, kadınlar,
ailenin namusu ile özdeşleştirilmiştir ve kendisinden mutlak itaat beklenmekte
ve çocuk doğurma makinası olarak görülmektedir. . Haliyle Saray iktidarı için
kadınların itaat ettiği sürece sorun yoktur. Başkaldırdığı zamansa en temel
hakkı olan yaşam hakkı dahi elinden alınmakta, “namus” veya “töre cinayeti”nin
kurbanı olmaktadır.
Yalnız Türkiye Kuzey Kürdistan coğrafyasında kadınların durumu oldukça olumsuz
olmasına dünya kadınlarının durumu da iç açıcı görünmemektedir. Fransa’da, 18
yaşının üzerindeki 1,5 milyon kadın kocasından dayak yemektedir. Her ay 6 kadın
kocası tarafından öldürülmekte, 10 kadından biri fiziksel veya psikolojik
şiddete maruz kalmaktadır. ABD’de yılda 4 milyon kadın eşinden dayak yemekte;
her yıl 4 bin kadın dövülerek yaşamını yitirmektedir. Pakistan’da ev
kadınlarının % 99’u, çalışan kadınların %77’si kocalarından dayak
yemektedirler. Kadınlara uygulanan şiddet bununla da sınırlı değildir. Yılda
700.000 kadın, yani her 6 dakikada bir kadın, tecavüze uğramaktadır. ABD’de her
1,5 dakikada, Güney Afrika’da ise her 26 saniyede bir kadına tecavüz
edilmektedir.
Uluslararası Af Örgütü, geçtiğimiz yıl yayınladığı raporda, kadına yönelik
şiddetin yaşamın her alanında dehşet verici oranda arttığını açıkladı. Dünyada
her 3 kadından birine tekabül eden 1 milyara yakın kadının dövüldüğü, her 5
kadından birinin seks yapmaya zorlandığı veya taciz ve şiddetin bir başka şeklini
yaşamak zorunda bırakıldığı belirtilen raporda, bu şiddeti yaratanların da
genellikle kadının yakınındaki erkekler ya da aile bireyleri olduğu kaydedildi.
Her yıl yaşları 5 ile 15 arasında değişen 2 milyona yakın kız çocuğunun
fahişeliğe zorlandığı ve kadınların fuhuşa zorlanmasıyla ortaya çıkan ticaretin
boyutunun yılda 7 milyar dolara kadar yükseldiği kaydedildi.
Milyonlarca kız çocukları Sömürüsü” 14 ila 18 saat, haftada yedi gün
çalıştırılıyor. Bu durumda bulunan kız çocuklarının sayısı 640 bindir.
. İş bulma vaadiyle kandırılan binlerce kadın kandırılarak fahişe ya da
hizmetçi olarak pazarlanıyor. Orta Asya cumhuriyetlerindeki işsizlik ve
yoksulluk insan kaçakçılığına teşvik ediyor. Bu kadınlar kadınların yüzde 58’i
Birleşik Arap Emirlikleri’nde, yüzde 29’u Rusya’da, geri kalanı da Suudi
Arabistan, Suriye, İran, Pakistan, Türkiye ve Macaristan’da satılıyor. İş bulma
vaadiyle kaçırılan kadınların, yasadışı insan kaçakçılığı yapan örgütlerin
elinde çaresiz kaldığı, zorla hizmetçilik ya da fahişelik yapmaya mecbur
bırakıldıkları bildirildi. Kaçırılan kadınların kendilerine ve ailelerine zarar
verilmesi tehdidiyle karşı karşıya kaldıkları, üstelik zorla yaptıkları
işlerden kazanılan paralara da el konulduğu ifade edildi.
Emperyalist ve gerici güçlerin egemenlik savaşları yalnızca ölüm demek değildir
elbette. Savaş işsizliktir, açlıktır, ırkçılıktır, halkların arasında
körüklenen düşmanlıktır, kadınların ve çocukların aşağılanmasıdır, tecavüzdür,
fahişeliktir. Faşizminin ve emperyalizmin kirli yüzü savaşlarda kadınların
katledilmesi ve fuhuşa zorlanması olarak dışa vuruyor.
ABD emperyalistlerinin kendi Yeni Dünya Düzeni’ni ilan etmelerinden bu yana,
militarizm ve kadına yönelik şiddet ilişkisini kurmanın aciliyeti artmaktadır.
Bu bağın kavranması tüm kadınların yaşadığı şiddet kuşatmasını kırmak bakımından
da önemlidir. Kadınların belirli bir tarza göre toplumsallaşması ve bu
toplumsallaşmanın daha sonra onlarla karşı, hatta hedef alınan topluma karşı
bir aşağılama aracı olarak kullanılması, kadına yönelik saldırının özünü
oluşturmaktadır.
Emperyalizm, sömürgeleştirmek için daima “öteki”ne gerek duyar. Bu, onun
eylemini meşrulaştırmanın bir aracıdır. Ve ırkçılıkla işlevselleşir. Öteki
egemenlik altına alınır, kendi talebi dışında “korunur” ya da yok edilmesi uygun
görülür. Kadın, ötekiler içinde bir ötekidir. Militarizm kadınların ve dişiliğe
ilişkin kavramların erkekler tarafından kullanılması gereken araçlar olduğu
varsayımına dayanmaktadır. Kadınlar, bu durumda kadın kimlikleri özellikle eş
ve anne rolü kullanılarak, bedensel ve ruhsal şiddete maruz kalırlar.
Çünkü pek çok kültürde annelik kutsaldır. Ve kadın, erkeğin mülkü sayılır. Bir
kadın tecavüze uğradığında hem mensubu olduğu grubun/topluluğun ya da ulusun
kutsal değerlerine, hem de mülk sahibi erkeğin erkekliğine fiili bir saldırıda
bulunulmaktadır. Bu şekilde kadının “kutsallığına” yöneltilen saldırı, gerçekte
bir halkı aşağılamanın ve köleleştirmenin yolu olarak görülmektedir.
Sırf bu yüzden bile kadınlar, savaşın bilinçle seçilmiş hedefleri arasındadır.
Kadınlar, köleleştirilecek ve saldırılabilecek leke sürülecek, erkeklerin
korumasına muhtaç bir mülk olarak görüldüklerinden, baskı altında tutulmak
isteyen bir halkı, ötekini, düşmanı aşağılamanın küçük düşürmenin ve
“kadınlaştırmanın” bir aracı haline gelir. Amerikalı işkencecilerin Ebu Garib’te
Iraklı erkeklerin başına kadın iç çamaşırı geçirmeleri sadistliklerinden değil,
eylemlerinin, uyguladıkları bilinçli psikolojik savaş taktiklerinin bir parçası
olmasındandır.
Kadınlara yönelik şiddetin emperyalist saldırganlar ve militarist güçler tarafından
nasıl azdırıldığını anlamak için araştırmacı olmaya gerek yoktur. ABD’nin
Yugoslavya, Somali, Irak, Afganistan, Suriye, operasyonları ve işgalleri
yeterince aydınlatıcıdır. Kadına yönelik şiddet ve aşağılama bir kez
gündemleştiğinde yalnız çatışma ve işgal sırasında değil, sivil hayatta da
etkinliğini sürdürür.
ABD’nin caydırıcılığı esas alan yeni savaş konseptinin bir parçası olarak
dünyanın her köşesine yaydığı askeri üsler, aynı zamanda askerlerin cinsel
gereksinimleri ve konuşlanılan ülkenin bu gereksinimleri karşılama kapasiteleri
bakımından da bir dizi varsayımlar toplamıdır. Yine veriler, üsler bölgesinde
fuhuş sektörünün hızla geliştiğini, bölgeyi denetleyen askeri gücün dolaysız,
tam ve açık desteğinin söz konusu olduğunu, hatta bizzat onlar tarafından
yürütüldüğünü gözler önüne sermektedir. Üsler yalnız emperyalist yayılmacılığı
gözetlemekte, ataerkilliği de güçlendirmektedir.
Ataerkilliğin egemen olduğu dönemden bu yana kadınların savaş ganimeti olarak
görüldüğü bilinmektedir.
20 yıllık AKP iktidar döneminde kadınlara yönelik taciz, tecavüz ve şiddet
yüzde 1400 oranında artmış,20 yıllık AKP iktidarın döneminde binlerce kadın
şiddete, zulme ve kırıma maruz kalmış, ev kadınlığı teşvik edilmiş, “kadın
erkek eşit olamaz” diyerek İstanbul sözleşmesi ortadan kaldırılarak, cezasızlık
ve ceza indirimleri uygulamaları ile kadına yönelik şiddet teşvik edilmiş ve
kadınların üretime, politikaya ve sosyal yaşama katılımlarının önüne barikat
örülmüş ve Türban ana ve ilkokullara dek yayılarak kadınların türban içine
hapsedilmesi amaçlanmış. Kadını daha işin başında erkeğin kulu-kölesi gören
kadın düşmanı İslam dini aile ve kadını koruma adına devreye sokuldu.
Gerek dünyada ve gerekse de Türkiyedeki veriler kadınların burjuva kapitalist
sitemde kapitalist-feodal kültür ve değer yargıları cenderesinde, erken egemen
sistemce ikinci sınıf konumda, insan hak ve özgürlüklerden azade tutulduğunu ve
mülk olarak görüldüklerini, sömürü ve zulmün en katmerlisi altında tutulduklarını
gösteriyor.
Kadınlara yönelik şiddetin temelini oluşturan özel mülkiyet dünyasına ve onun
ayakta kalmasını sağlayan faşist-gerici ve dinci iktidarlara karşı kadınlar
örgütlenip eşit ve özgür bir dünya yaratmak için kadın-erkek emekçileri
devrimci ve sosyalist iktidar için savaşmadan, ne kadın sömürüsünü, nede kadına
yönelik taciz, tecavüz ve kırımları önlemenin olanaksız olduğunu unutmayalım.
Kadınlara yönelik şiddeti, kadın ve erkeklerin birleşik örgütlü direnişi
yenecektir.!
Her Yerde ve Her Alanda Kadınlar Örgütlenerek Kadına Yönelik Şiddet, Taciz ve
Tecavüze Dur Diyelim..!